Aberdeen’e geçmeden önce İskoçya’nın isminin kökeni hakkında ilginç bir anlatıyı da aktarmak isterim: Orta çağ tarihçilerine göre İskoçya’nın adı (yani Scotland), Antik Mısır’da bir firavunun kızı iken gelip buraya yerleşerek kendi ülkesini kuran Scota’dan geliyor.
Benzer bir rivayete göre ise Antik Yunan’da bir kraliçe olan Albina bu adaya gelerek ilk insan yaşamını başlatmış ve kendi ismini vermiş (eskiden adanın ismi Albion).
Britanya sözcüğünün ise Truva’dan kaçan ve sonra Roma civarındaki ilk Latin Krallığı’nı kuran Prens Aeneis’in soyundan gelen ve adada ilk krallığı kuran Brutus’ten geldiği öne sürülüyor.
Elbette bu iddiaların gerçek olma ihtimali düşük, zaten bulgular çok daha erken dönemlere ait insan kalıntılarına işaret ediyor.
Bence ilgi çekici olan nokta adalıların kendileri ile dünya kültürünün eski ve köklü medeniyetleri arasında bir şekilde bağ kurmaya çabalaması.
İskoçya’nın en büyük üçüncü kenti olan Aberdeen diğer kentlere göre biraz kuzeyde kalıyor. Gelişmesini denizden çıkarılan petrole borçlu.
Binaların çoğu burada çıkarılan granitten yapıldığından “granit şehir” diye de anılıyor. Bu durumun nedeni sadece yerel ekonomiyi canlandırmak değil, aslında eskiden evlerin hepsi ahşapmış ama büyük bir yangında kent harabeye dönünce şehir meclisinde alınan kararla binaların taştan yapılması zorunlu hale getirilmiş.
Sonuçta, sokaklar nadir İskoçya güneşinin altında parıldayan granitlerin gölgesinde oldukça etkileyici görünüyor.
Zaten kuzeyde bulunmasının güzel bir yanı yaz aylarında günlerin çok uzun sürmesi ama kış dönemi ise upuzun bir karanlıkta geçiyor tabii.
Şehrin mimarisini doya doya seyretmeniz için yürüyerek gezmenizi öneririm ama Aberdeen büyük bir şehir ve sokakları biraz karışık.
O yüzden Union Street yani Birlik Sokağı’nda yer alan turizm danışma ofisinden bir harita almanız iyi olacaktır. 09:00 ile 18:30 arası çalışıyorlar. Aberdeen Tren İstasyonu’nun hemen yan sokağında kalıyor.
Otobüs terminali de hemen istasyonun yanında, yani nasıl gelirseniz gelin geziniz her türlü buradan başlayacak. Ben genel olarak treni otobüsten daha çok seviyorum, üstelik Kuzey Denizi’nin kıyısından geçerken manzara olağanüstü.
Şehrin sokaklarında göreceğiniz granit binalar kenti bir açıkhava müzesine dönüştürüyor. Bu binaları doyasıya göreceğiniz iki kısım var, biri istasyondan çıkacağınız Union Street, diğeri üniversitenin yer aldığı Eski Aberdeen.
Ben istasyondan üniversiteye giden bir yürüyüş rotası anlatacağım, eğer yarım saatlik yürüyüşe üşenmezseniz neredeyse görülecek her yerden geçmiş olursunuz.
Eğer bu rotada yürümek istemezseniz veya müzelerle dolu olan Aberdeen’de zamandan kazanmak için otobüs kullanmanız gerekirse bilet fiyatını tam olarak ödemenizin gerekeceği aklınızda bulunsun, para üstü vermiyorlar.
Binerken ineceğiniz durağın adını söylemeniz gerekiyor, mesafeye göre ücret 2.20 ile 2.60 Sterlin arası değişiyor. Günlük sınırsız biniş hakkını da yine şoförden alabiliyorsunuz, üstelik sadece 4 Sterlin.
Yine de o kadar çok müze var ki hepsini ayrıntılı olarak gezmek isterseniz burada günlerce kalmanız gerekir. Ben yazı boyunca hepsini tanıtacağım, siz gitmek istediklerinizi belirleyip kendinizi ona göre ayarlayın.
İstasyondan çıkıp Guild Street yani Lonca Sokağı’ndan sağa doğru yürüyerek deniz kenarına ulaşacaksınız. Burada Aberdeen Maritime Museum yer alıyor.
iCentre’ın karşısında yer alan bina ise Tolbooth Museum.
Burada yola müzenin yanındaki King Street yani Kral Sokağı’ndan devam ederseniz sağ tarafınızda St. Andrews Katedrali’ni, sol tarafınızda ise önü sütunlu Aberdeen Art Centre’ı göreceksiniz.
Town House’un yanındaki Broad Street yani Geniş Sokak’tan yürümeniz halinde ise bir dönem kentin valisinin yaşadığı ev olan Provost Skene’s House çıkacak.
King Street boyunca çevreyi seyrede seyrede yapacağınız uzun bir yürüyüşün ardından Eski Aberdeen’e ulaşacaksınız. Binaların hepsi yüz yaşını çoktan geçmişler ve mimari başarıyla korunmuş.
Bir kavşakta sol yanınızda kalan St Machar Drive’a girerek yola devam edin. Burada yer alan King’s Museum (yani Kralın Müzesi, sanırım Aberdeen halkı kraliyeti pek seviyor) ücretsiz girilebilen küçük bir müze ve üniversitenin topladığı antropolojik ve arkeolojik eserlerden oluşan koleksiyonunu sergiliyor.
Pazar günleri kapalı, hafta içi her gün 10:00 – 16:00, Cumartesi 11:00 – 16:00 arası açık. Giriş ücretsiz.
King’s Museum’dan çıkıp aynı yönde yürümeye devam edince St Machar Park’a ulaşacaksınız. Burada iki seçeneğiniz var.
Sağa dönüp kuzeye yürürseniz bir müze, bir park ve bir katedralden oluşan klasik Avrupa turistik üçlemesiyle karşılaşacaksınız. Bunlardan Zooloji Müzesi (Zoology Museum) Aberdeen Üniversitesi’nde, zooloji bölümünün içerisinde yer alıyor.
Caddeye dönüp King’s Museum’un karşısındaki The Chanonry Sokağı’nı yürüyerek ulaşılan St. Machar’s Cathedral ise beş asırlık bir bina ve iki kulesi ile etkileyici görünüyor.
Parktan sola dönüp güneye yürürseniz oldukça ilginç bir binaya rastlayacaksınız. Burası üniversitenin kütüphanesi ama kapıları herkese açık.
Tam adıyla Sir Duncan Rice Library’de çeşitli modern sanat sergileri düzenleniyor ve her gün ücretsiz olarak gezilebiliyor.
Şehrin batı kısmına giderseniz Satrosphere Science Centre (Aberdeen Science Centre)’ı geçip plaja ulaşabilirsiniz.
Aberdeen Plajı ise benim hoşuma gitti, denizi her yerde severim! Elbette çok soğuk bir şehir ama deniz kenarında olduğu için Aberdeen’de upuzun bir kumsal da bulunuyor.
Güneye doğru, yani bilim merkezinden plaja geldikten sonra sağa dönerek yürürseniz yolun sonunda sizi ufak bir sürpriz bekliyor.
Burada Dee Nehri’nin ağzında bulunduğundan Footdee diye anılan şirin bir bölge var. Eskiden ayrı bir balıkçı köyü iken artık kentin bir parçası haline gelmiş.
En güzel yanı ise limandan denizi seyrederken zaman zaman görülebilen yunuslar.
Kentin güney kısmında Duthie Park Kış Bahçesi yer alıyor. Resmi adı The David Welch Winter Gardens olan bu kış bahçesi genellikle içinde bulunduğu Duthie Park’ın ismiyle anılıyor.
Aberdeen halkının en sevdiği park olan Johnston Gardens ise şehrin doğu kısmında bulunuyor.
Fazladan zamanı olanlar sıkı giyinip Aberdeen Limanı’nda bir tekne turuna çıkabilir. Rehberli bir tur, size limandaki yapıları gösterip anlatıyorlar. Yaz aylarında her saat başı kalkıyor, ücret 8 Sterlin.
Ağustos ayında Aberdeen’e gelenler Aberdeen International Youth Festival’e denk gelecek. Genç müzisyenler kentin her köşesinde hünerlerini sergiliyorlar.
Mart ayında Caz, Mayıs ayında edebiyat, Eylül’de ise bilim festivali var.
Aberdeen’de alışveriş yapmak için izleyebileceğiniz cadde ise zaten kente geldiğinizde geçeceğiniz ve granit binaları görmek için yürümenizi önerdiğim Union Street.
Union Terrace Gardens’ın diğer tarafındaki Rosemount Viaduct civarında ise daha ufak ve özgün dükkanlara rastlayabileceğiniz bir yer.
Burada bulunan His Majesty’s Theatre, St. Mark’s Church ve Central Library de granitten inşa edilmiş binalar halinde şık bir topluluk oluşturuyor.
Granit demişken son olarak şunu da not düşeyim ki Londra’da Trafalgar Meydanı’ndaki Nelson Anıtı gibi Britanya’daki birçok sütun da Aberdeen’den çıkarılan granit ile yapılmış.
Artık yorulmuşsunuzdur, biraz da yiyip içmekten bahsedelim. Aberdeen mutfağına özgün bir tat olan “Aberdeen Buttery” tuzlu bir hamur işi. “Rowie” de deniyor, akşam çayında atıştırmalık olarak yeniyor ama siz kahvaltıda da tercih edebilirsiniz. Her pastanede satılıyor.
Yemek için ilginç bir adres Books and Beans. Aynı zamanda sahaf olan bu restoranı öğle yemeği için tercih edebilirsiniz. Union Terrace Gardens’ın bir sokak yanında bulunuyor.
Beni şaşırtan bir diğer yer ise Slain’s Castle oldu. Eskiden bir kilise iken şimdi bar yapılmış. En meşhur içecek ise “Yedi Ölümcül Günah” isimli kokteyl.
Canlı müzik için gidebileceğiniz bir diğer adres olan The Wild Boar da aynı sokakta yer alıyor.
Onun hemen yanındaki Siberia isimli bar ise nasıl yapıyor bilmiyorum ama adına yaraşır biçimde her biri farklı aromaya sahip 99 çeşit votka servis ediyor.
Limandan Union Street’e yürürken önünden geçeceğiniz Musa ise hem bir sanat galerisi hem de oturup bu hoş eserlerin arasında bir şeyler atıştırabiliyorsunuz. Zaman zaman canlı müzik de oluyor.
İsmi ise mitolojideki ilham perilerinin antik isminden geliyor (İngilizce’ye Muse diye geçmiş).
Union Street üzerindeki Cafe 52 ise “Cullen Skink” adında Aberdeen’e özgü bir balık çorbası servis ediyor.
Guild Street üzerindeyken limandan Union Street’e dönmek yerine aynı yönde biraz daha ilerlerseniz karşınıza çıkan tabelayı gözden kaçırmanız imkansız. Gitara sarılmış denizkızı amblemiyle ünlü rock bar The Moorings de Aberdeen’deki bir diğer gözde mekan.
Viski meraklıları ise Union Street üzerinde, Union Terrace Gardens’ın diğer yanında (yani Rosemount Viaduct tarafında) yer alan The Grill’de istedikleri her “ateş suyu” markasını bulabilir.
Böylece Aberdeen yazımı sonlandırırken ufak bir uyarı ile bitireyim. Zaten benim bahsettiğim rotaların dışında kalıyorlar ama olur da denk gelirsiniz, Aberdeen’in tehlikeli bölgeleri olan Tillydrone ve Torry mahallelerinden güvenliğiniz için uzak durmanız öneriliyor.