Deniz Pehlivan ile Röportaj

0
7546

Bir Hayalin Peşinde seyahat blogunun sahibi ve yazarı gezgin Deniz Pehlivan ile bir araya geldik.

Deniz Pehlivan, 29 yaşında 70’ten fazla ülkeye seyahat etmiş, tecrübelerini ve tavsiyelerini hem blogu hem de sosyal medya hesapları aracılığıyla takipçileriyle paylaşıyor. Hayalini gerçekleştirme macerasının benzer hayallere sahip seyahatseverlere ilham olacağını düşünüyoruz.

Blogumuza konuk olduğu için kendisine teşekkür eder ve bütün seyahatseverlere keyifli okumalar dileriz…

Deniz Pehlivan kimdir? Gezilerinizle ilgili blog yazma fikri nasıl oluştu? 

Ben 27 Haziran 1989 doğumluyum. Fethiyeliyim. Bizim orası turizm bölgesi zaten. Her yerde İngilizler de yaşıyor, evleri var Fethiye’de. Onlarla biz artık mahalleden komşu gibiyiz. Ben hep merak ederdim onları, neden buraya geliyorlar; nasıl buraya geliyorlar; kendi ülkeleri nasıl diye. Bir insan neden seyahat eder? Onlar niye bize geliyor; biz onlara neden gitmiyoruz, diye hep sorguluyordum.

Sonra İşletme okumaya karar verdim İstanbul Üniversitesi’nde. Dedim ki işletme okursam dünyayı gezerim. Work and Travel ile Amerika’ya gittim, 3. sınıftaydım. 3,5 ay orada kaldım sonra Türkiye’ye bir döndüm, artık o seyahat etme virüsü var ya, onu kaptım; o özgürlük virüsünü. O yolda olma duygusunu kapınca, dedim hep gezmeliyim; hep benim bir yerde olmam lazım.

Sonra bir sonraki sene Erasmus’u kazandım ama gitmedim. Okulum uzuyordu. Dedim ki o zaman Interrail yapayım. O sene 20 ülkede bulundum; yaklaşık olarak 1.5 ay gezdim Interrail ile.

Sonra özel bir şirkete girdim; danışmanlık şirketine. 2 farklı şirkette çalıştım 6 sene boyunca. Tabi o sürede çok ağır çalışıyorduk. Çok fazla mesai yapıyorduk ama çok da tatil veriyorlardı. Ben de o tatillerin hepsinde bir yere gittim. İşte 1 ay, 1,5 ay tatilim oluyordu yaklaşık. Brezilya, Arjantin’e de gittim; Japonya’ya da, Güney Kore’ye de. O zaman 60 ülke gezdim toplamda.

Sonra Japonya’da gezerken bir şey fark ettim; Türkçe kaynak bulamadım internette; güzel bir gezi rehberi çıkartamadım. Hep İngilizce kaynaklar vardı. Türkiye’dekiler de hep anı defteri gibi, günlük gibi yani. Aslında blogun özü de öyle de, bu yazılar rehber değildi benim için.

Dedim ki ben bu işi bir deneyeyim. Bir arkadaşıma blog açtırdım. O zaman tabi bu işin bu kadar zor olduğunu bilmiyorum. Dışarıdan görüldüğü gibi değil. Bunun SEO’su ayrı, rekabeti ayrı. Çok planlı bir şekilde yazman lazım. Fotoğrafları ayrı. Çok zaman lazım. Çok büyük bir iş. Ben denetimde çalıştığımdan daha çok çalışıyorum şu an. Seviyorum da ama, sevince gönül bir şekilde katlanıyor.

Tam zamanlı çalışmayı bıraktınız o zaman? Bunun kararını nasıl verdiniz? 

Tabii, 2 yıldır çalışmıyorum. En zoru işi bırakmaya karar vermek. Blogun ilk 2 senesinde hiçbir şey kazanılmıyor. En azından masrafını çıkartsan kâr. Bazen oteller sponsor oluyor, tatilin bedava oluyor; bazı firmalar uçak bileti veriyor.

Şu anda çok daha zor. Çok fazla rekabet var. Şirketler kısmaya başladılar. Piyasanın hali malum. Değerini anlayan, çok iyi dönüşler alanlar oluyor.

Ben raporlamacı olduğum için, blog yazmak bana kolay geliyor. Ben zaten bilinmeyen bir şeyi bilmeyen birine anlatıyordum.

İlk hedef kitlem, öncelikle öğrencilerdi, sırt çantalı gezginlerdi. Büyüdükçe tabii sen de değişmeye başlıyorsun. Tatil anlayışın değişmeye başlıyor. Hala sırt çantasıyla gezmeyi seviyorum ama eskisi gibi değil. Eskisi gibi enerjim yok, hadi gideyim 20 ülke gezeyim diyemiyorum. Yoruluyorsun; eskisi gibi olmuyor. Ben de 30 yaşıma geldim mesela. 20 yaşımdaki enerjimle 30 aynı değil.

Sonra blogu açtım. İsmi de birhayalinpeşinde.com, benim en büyük hayalim neydi düşünüyordum; tek hayalim var o da gezmek diyordum. Adı da “Bir Hayalin Peşinde” oldu böylece. Duygusu olan bir isim.

İşten istifa edince ve blog işi ciddiye binince, ilk sene bir kıpırdanma oldu. İkinci sene de ayda 500 bin-1 milyon kişi okumaya başlayınca iş olmaya başladı. Ama her şeyden anlamak gerekiyor. Muhasebeyi de bilmek lazım; pazarlamayı da bilmek lazım. Sosyal medyayı, blog yazmayı, rekabeti, SEO’yu… Hepsi bir deneyim. Bazen hesapladığımda 16-17 tane iş yapıyorum aynı anda. Ama kendi işim, o yüzden keyifli.

Ama dışarıdan bakıldığı gibi 365 gün gezersin kafasında değil. O iş öyle değil. İlla planlama yapman lazım. İş yaptığın markalar var; sorumlulukların var. Bizde şu an 5-6 anca geziyoruz. Youtube odaklı video çekiyoruz şu an. Sosyal medya da var.

Seyahate çıkmadan planınızı nasıl yapıyorsunuz ? Hem bütçe hem de konaklama açısından? 

Önceliğim hep zaman aslında. Gideceğim yerin zamanı mı, diye düşünüyorum. Çünkü, evet uçak biletlerinin tarihleri var, 6 ay-1 yıl önce alırsan daha ucuz ama gideceğim zaman doğru değilse, biletler ucuz olsa da bir anlamı olmuyor. Önce zamanı ayarlıyorum.

Mesela, şimdi İngiltere’ye gideceğim. Biliyorum ki yaz mevsimi, İngiltere’nin en güzel zamanı. Herkes parklarda keyif yapacak; hava daha güzel, güneşli. Önce bunu planlıyorum.

Sonra vize olayı var. Dışişleri Bakanlığı’nın sitesine giriyorum, vize istiyor mu istemiyor mu diye bakıyorum. İstiyorsa istenen evrakları hazırlıyorum.

Ondan sonra uçak biletini alıyorum. Uçak biletini ilk alırsam ama sonra vize çıkmazsa yanacak.

Gideceğim yerde otel arıyorum; hostel arıyorum. Arkadaşlarımla gidiyorsam Airbnb arıyorum.

Ama en önemlisi zaman. Bütçe bir şekilde ayarlanıyor. Artık Türkiye de ucuz değil. Kaş’ta iki kişilik pansiyon 500 lira. Ben 500 liraya iki kişilik yurt dışında gezebiliyorum. Bazen yurt dışına gitmek daha hesaplı oluyor.

50 dolara gezersin derler dünya genelinde; tabii İsviçre, Norveç gibi ülkeleri ayrı tutuyorum. Güneydoğu Asya’yı gezebilirsin; Güney Amerika’yı gezebilirsin; Balkanları hayli hayli gezersin.

Fethiyeli olduğunuz için en iyi siz bilirsiniz, çocukluğunuzdaki Fethiye ile şimdiki Fethiye arasında büyük bir fark oluştu mu?

 

View this post on Instagram

 

A post shared by Deniz Pehlivan (@birhayalinpesinde) on

Yüz yıl fark var şu an. Dünya 1990’dan sonra çok hızlı değişmeye başladı, tabii onun da etkisi var. Hayatımız artık 20 kat hızlı yaşanıyor. Eskiden bir binayı yapmak belki 2 sene sürerken şimdi 1 ayda yapıyorlar.

Çevremiz değişti. Gene de küçük bir kasaba olarak gördüğüm Fethiye şu anda bir il olma aşamasında. 250 bin kişi yaşıyor. Yazın park edecek yer olmuyor. İnanılmaz göç alıyor. İstanbul, İzmir, Ankara’dan bıkan özellikle beyaz yakalılar buradaki evini satıyor, oradan ev alıyor.

Hala çok güzel çünkü pek bozulmadı. Bisiklet yolumuz var; koşu parkurlarımız var. Yürüyebileceğimiz 7-10 kilometre sahilimiz var. Cuma pazarımız, salı pazarımız var. Ama ne oldu, fiyat orada da artmaya başladı haliyle. Eskisi kadar ekonomik değil. Ama turizm böyledir; artık ekonomik olamaz zaten. Bu sene 50 milyon kişi gelecek diyorlar. Elbette oteller bir şekilde dolacak ve birileri bir şekilde para kazanacak. Tabii halkın zorlanacağı durumlar olacak.

Öğrenciler mesela Olimpos taraflarına gidebilir. Olimpos’ta hala çok güzel pansiyonlar var. Hala bozulmadı. Yıllardır aynı. Çünkü sit bölgesi. O yüzden 120 liraya; oda, kahvaltı ve akşam yemeği dahil, kalınabiliyor. Şu an bedava. Kamp alanları da mevcut.

Bu şekilde doğal yerleri var, onları bozmadık. Hala koruyoruz ama çok hızlı değişiyor. Açıkçası yapacak pek bir şey yok. Biz de değişiyoruz; dünya da değişiyor. İstanbul da değişiyor.

Vietnam’dan yeni döndüm. Şu an mesela, Vietnam’ın turizmi, her sene %20 büyüyor. Şu an herkes değişiyor ve buna ayak uydurmak zorundayız. Yoksa geride kalacağız, yapacak bir şey yok.

Deniz Pehlivan’ın Vietnam Gezisini İzlemek İçin Tıklayınız. 

Sizin yurt dışında yaşama, çalışma planlarınız var mı? 

Ben aslında istersem her yerde yaşayabilirim. Zaten internet odaklı bir iş yapıyorum. Bilgisayar ve internetim olsun yeter. Ama ben Türkiye’yi çok seviyorum. Keşmekeşi seviyorum.

Gitmek kolay değil. Gidenlerin çoğu da istedikleri için gitmiyor. Mecbur kaldıkları için gidiyorlar. Aklı burada kalıyor insanların; aileleri burada. Ülkeniz değişebilir ama seni sen yapan değerlerin burada. Kolay değil gitmek. Ben gidemem. Gezer görürüm ama yine Türkiye. Başka yerde yaşayamam. Gerçekten çok güzel bir ülkede yaşıyoruz. Tarifsiz bir ülke. Tanıştığım birçok insan biliyorum. Ben Türkiye’yi böyle bilmiyordum deyip birçok kez gelen.

Biz bir de kendimizi anlatamamışız. Türkiye’yi mesela yemek konusunda, dünyanın 1 numarası olarak neden biz biliyoruz da, dünya bilmiyor. Pazarlayamadık. Çobani yoğurtları var mesela Amerika’da; sahibi Türk, piyasaya girerken Yunan Yoğurdu olarak tanıtılıyor. Fikir bizim insanımızdan çıkıyor ama adı farklı. Kendi ismimizi kullanamıyoruz.

Bizim gibi dünyayı gezen bloggerlar olmalı ki, gelecek nesillere bayrağı devredebilelim. Biz aile tarafından baskılanan bir toplumuz; her ne olursa olsun. Özellikle kız çocukları. Kızlarda o baskı daha fazla. Sen kızsın, yapamazsın, edemezsin, gezemezsin, tek başına gidemezsin, başına bir şey gelir. Hiç de bir şey olmaz. Bunun erkeği kızı yok. Türkiye’de de başına çok şey gelebilir. Türkiye’de bir kadın yaşamayı başarmışsa dünyanın birçok yerinde yaşayabilir. Her yerinde demiyorum ama bir çok yerinde yaşayabilir. Ama ailelerimizin o önyargıları, ki insanı hep önyargılarıdır korkutan, onlar korktuğu için, o korku bize de geçiyor. Biz de korkmaya başlıyoruz. Ama yurt dışında ne yapılıyor, 18 yaşındaki çocuğunu gezmesi için gönderiyor. Git, öğren gel, dolu dön diyor.

İlber Ortaylı çok güzel söylüyor. Çok güzel önerileri var dinleyene ve alana. Diyor ya, kapı kapı mobilyacı gezeceğinize dünyayı gezin diye. Bizim böyle olmamız lazım. Biz böyle olursak, bir sonraki nesil biraz daha dünyayı anlayarak gelişecek. Dünya şu an çok hızlı küreselleşiyor, büyüyor. 2030 yılında 1 milyar insan işsiz kalacak deniyor. Onların ne kadarı bizim insanımız olacak? Ben korkuyorum gelecekten. Kolay günler bizi beklemiyor. Ama olumlu olmak lazım, yapacak çok şey var. Yeter ki o vizyona sahip olan insanları kaçırmayalım elimizden.

Yalnız seyahat ediyor musunuz? 

Ben yalnız gezmiyorum normalde. Yalnız geziyormuşum gibi görünüyorum ama hep yanımdaki insanlar değişiyor.

Çünkü ben yalnız gezmeyi sevmiyorum. Bir kere fotoğraf çektiremiyorsun. Kimseyi bulamıyorsun. Güvenemiyorsun ya da diğer insanlar fotoğrafı senin istediğin gibi çekemiyor.

Ayrıca bir güzelliği gördüğümde ben onu paylaşmayı seviyorum. Arkadaşımda da benzer bir tepkiyi görmeyi seviyorum. Güzellik öyle katlanıyor, bir sinerji oluşuyor.

Instagram bana artık çok sıcak gelmiyor. Çok reklam kokuyor artık. Instagram mahvedildi. Kendisini de mahvetti Instagram. Tamamen tanıtım, markalarla işbirlikleri doldu.

Gösteriş olmaya başladı hayatlarımız. Herkes sanırsın, Türkiye’nin en zengin ailelerinin çocuğu. Ama bu sosyal medya insanları bunalıma itiyor. Şu an birçok insan sahip olduğundan çok sahip olamadıkları için üzülüyor. Kimse sahip olduğundan mutlu değil. Herkes olmayanları arıyor.

Böyle güzel bir ülkede yaşıyoruz; yemyeşil her yer. İstediğinde masmavi deniz var. Hayatında Doğu Karadeniz’i görmemiş, Antalya’dan İzmir yolunu arabayla gezmemiş insanlar, kalkıp Mikonos’a hayran oluyor. Önce burası bir gezilmeli. Neden Mikonos? Çünkü bir influencer, bir ünlü oradan fotoğraf paylaşmış. Bizim ülkemiz de çok güzel; önce buradan başlanmalı.

O yüzden sosyal medyayı eskisi kadar sevmiyorum. Youtube’u seviyorum ama Instagram’ı sevmiyorum.

Anı yaşayamıyoruz. Gittiğin yeri değil ekranı görüyorsun. Tiyatroda bile insanlar fotoğraf çekme derdinde.

O yüzden hiç iyi görmüyorum geleceği. İnsanların psikolojisini çok fena bozdu bu sosyal medya.

Ama içerik üreten, değer yaratan insanlara sonsuz saygım var. Barış Özcan var mesela Youtube’da; takdir ediyorum, imkansız bir şeyi başarıyor. Türkiye’de ilk defa bir Youtube kanalı bilgi vererek insanların takip etmesini sağlıyor. Demek ki insanlar merak ediyor. İhtiyaç var.

Benim hedefim hep öyleydi. Ben bir şey üreteyim, benim sayemde hiç tanımadığım bir insan gezilecek yerlerle ilgili bilgi edinsin. Benim yazım rehber olsun. Dönünce de bana teşekkür etsin; mesaj olarak da demiyorum. Adım geçsin gönlünde; benim için yeter bu diye başladım. Çünkü biz kimseden para almıyoruz. O bilgiyi insanlara yaymak çok güzel. Sosyal medyayı o yönde kullanırsan çok güzel. Ama biz o şekilde kullanmıyoruz pek.

Dünyada en çok zaman harcayan ülkeyiz sosyal medyada.

Ülkenin ne ile ilgilendiğine bak; gazeteyi alıyorsun, 3. sayfa haberleri, televizyon izliyorsun gündüz kuşağı, akşam diyorsun şöyle pozitif bir şey izleyeyim, bana bir şey katsın diyorsun, birbirini öldüren insanların dizileri. Haber izleyeyim diyorsun, küfürler, gerginlikler. Sonra sosyal medyada komik gönderilere bakmaya karar veriyorsun. Hoş bir zaman geçirmek için. Ülkede televizyonda izleyebileceğimiz belgesel sayısının vizyonunu ortaya koymakta yeterli aslında. O yüzden bizim çok çalışmamız lazım.

10 sene sonra herkesin kendine ait bir televizyon kanalı olacak, yani Youtube’u olacak. Bana göre Instagram bitecek. Youtube geleceğin mesleği olacak. Güzel içerikler üretenler, deneyimi aktaranlar bence başarılı olacak.

Instagram’da beğeni tuşu kalkıyor. Çok güzel, muhteşem olur. İnsanların psikolojisini bozdu. Beğenileri artık sadece gönderen kişi görecek. Şu an senin hayatındaki mutluluk ya da insanların seni takdir etmesi oradaki kalbe bağlı. Instagram’ın verdiği cevap da şu; insanların psikolojisini bozuyor. Başkalarıyla kıyaslama yapıyorsun. Ayrıca popülist kültürden dolayı çok beğeni alanların tekrarladığını düşünüyor. Çok tutan konseptleri herkes yapıyor. Instagram gönderilerin özgün olmasını istiyor. Çok doğru bir karar. Şimdi herkes Instagrammer olmaya çalışıyor. Sahte takipçi satın alabiliyorsun. Tanıdıklarla ilerleyebiliyorsun. Markalar da bunu çok kullanıyor.

Beğeni işi özellikle genç çocuklar için iyi bir örnek. Yarışı kısıtlamak için. Toplumsal yozlaşma başlar. Bir ülkenin en büyük düşmanı.

Ülkedeki insanlar ne konuşuyor, ona bakmak lazım. Seçim konuşuluyor, bayram tatili, yaz tatili konuşuluyor. Ama Güney Kore’deki ya da Tayvan’daki insanlara bakıyorsun; yazılım konuşuyor insanlar. Ben Tayvan’da gördüm. Çocuklar metroda kod yazıyor. Ben bizim Türkiye’de metroda bilgisayar açıp da işini yapan hiç kimseyi görmedim. Çünkü zorla işe gidiyor herkes. Kimse işini sevmiyor; mutlu değil. Dünya Mutluluk Endeksi’nde çok düşük bir sıradayız. Afrika’daki birçok yoksul ülke bizden daha mutlu. Bunu sorgulamak lazım. O yüzden o beğeninin kalkması da iyi oldu; en büyük etkenlerden biriydi.

Aileniz ne düşünüyordu ilk gezmeye başladığınızda? 

Babam çok destekliyordu. Çünkü denizci biri ve turizmci. “Git, gör, gez ama yine geri geleceksin; Türkiye’den, Fethiye’den daha güzel bir yer yok,” diyordu. Doğru da söylüyor.

Annem ilk başta, ilk söylediği şey, “Ne yiyeceksin, aç kalırsın,” oldu. Aç kalıyorsun da. Birçok insan, yurt dışında kahvaltı konusunda en azından mutlaka aç kalmıştır. Tatmin olmuyorsun. Buradaki gibi zeytin peynir yok yani, buna alışman lazım. Biz de buna alışamıyoruz ülke olarak.

Ama sonraki zamanlarda alışmaya başladı ailem de. Şu an ben onlara, ya ben haftaya İngiltere’ye gidiyorum; iki hafta sonra döneceğim dediğimde, onlar için İstanbul’dan İzmir’e gidiyormuşum gibi bir şey aslında.

Bedensel olarak kendini zorlamak da insanın kişisel gelişimi açısından önemli aslında değil mi? 

Hindistan’a gittim ben mesela. Evet, Türkiye’de de çok fazla fakirlik var. Ama Hindistan’da yoksulluk artık had safhada. Okuduğuma göre, 300 milyon insan sokakta doğup sokakta yaşayıp sokakta ölüyormuş. 3. bir tişörtü yok.

Orayı gördükten sonra hayatla ilgili bazı şeyleri de sorgulamaya başlıyorsunuz. Hayatın amacını sorguluyorsun; şükretmeyi öğreniyorsun. Umurunda olmuyor; ben her gün aynı model tişörtü giyiyorum mesela, hiç umursamam.

Bir deyiş var ya, “Do not buy things, buy memories,” eşya satın alma, anı biriktir şeklinde çevirebiliriz. Bu işlere başlarken hayat felsefem buydu. Ben bu gömleği şimdi alacağım, belki alırken mutlu edecek ama ileride bu gömlek kalmayacak. O yüzden ben uçak bileti alayım diyordum; en azından deneyim sahibi olurum.

Arkadaşlarımın hepsi Çeşme’ye, Alaçatı’ya gidiyordu; ben Hindistan’a, Tayland’a, Kamboçya’ya, Malezya’ya, Endonezya’ya…

Onlar bana hep diyordu, sen nasıl geziyorsun, aynı maaşı alıyoruz. Çünkü sen gömlek alıyordun, ben idare etmeyi biliyordum. Yine aynı kafadayım mesela. Dünyadaki birçok başarılı insana bakın, yönetici olan, girişimci olan, hepsi kıyafet gibi gösteriş gibi şeyleri sevmeyen insanlar.

Ben sabah kalkarken o stresi yaşamak istemiyorum; ne giyeceğim derdi olmasın istiyorum. Benim için kıyafet bulmak bir stres. Başkası için bir keyif olabilir.

Gittiğin yerde bulabileceğin bir şey varsa, seni mutlu ediyorsa bir şekilde o duruma adapte oluyorsun. Şu yok, bu yok diye her şeyden şikayet ederek gün geçmiyor. İspanya’da da Matcha çayı var mesela, orada da onu içiyorsun. Japonya’da Kobe bifteği var mesela, yiyince her şeyi unutuyorsun; yerinde yediğin için. Hindistan’da bir sürü körili yemek var.

Hindistan’a gelip de, ben Çeşme’deki gibi tatil yapacağım diyorsan, Hindistan’a gitmeye gerek yok.

Her şey psikolojiyle ilgili. Kendine yetmekle ilgili bir şey.

Yolda olma durumu önemli; gittiğin yerin çok önemi yok. Buna alıştıktan sonra çok umrunda olmuyor. Türkiye’de özellikle insanların en çok korktuğu şey yemek. Anlıyorum; çok kolay bir şey değil. Çünkü biz boğazına çok düşkün bir milletiz. Ama eğer bir hayalin varsa, keşfetmek istiyorsan o çok umrunda olmuyor. O kadar motive oluyorsun ki görmek istediğin şeylerle, aman bugün de yemek yemeyeyim dediğin zamanlar bile oluyor.

Görmek istediğiniz bir sonraki yer neresi?

Normalde Avustralya ve Yeni Zelanda vizemi aldım. Ama Yeni Zelanda vizem 45 günde çıktı; rekor bir süreyle. Aslında ben şu an Yeni Zelanda’da olacaktım. Her şeyim hazırdı; gidemedim. İçimde bir ukte kaldı ama inşallah aralıkta gideceğim.

Her şeyde vardır bir hayır. Sri Lanka’ya da gitmek istiyordum, olanlara bak. Hiç belli olmaz tabii ki; kader.

Aralık, Yeni Zelanda için güzel bir dönem, yılbaşı dönemi ve orası için yaz mevsimi başlıyor. Daha iyi oldu. Benim orada daha kapsamlı bir planım var. Karavanla gezmek istiyorum. Karavanı güneyden alıp kuzeye bırakıyorsun, ya da tam tersi. Yüzüklerin Efendisi’nin çekildiği Hobbit Köyü gibi yerleri de görebileceğim. Sırf onu görmek için gidiyorum.

Bu sene Nepal var; Güney Amerika olabilir, Şili,Peru, Venezuela, Kolombiya istiyorum. Tabi şu an Venezuela’da çok büyük sıkıntılar var ama belki de şu an biri gidip çekse, insanlara bilgi verse durumlarını gösterebiliriz.

Afrika’da Kenya, Tazmanya, Zanzibar; oraları çok merak ediyorum. Bu seneki planlar bunlar.

Kitap yazmayı düşünüyor musunuz? 

Düşünüyorum. Aslında teklifi de geldi. Türkiye’nin en büyük yayınevlerinden bir tanesi bana yazdı; yapalım diye. Ben enerji olarak hazır olmadığımı hissettim. Çünkü kitap blog gibi değil. Çok az yerin var ve çok doğru bir şekilde anlatman lazım. Çok büyük emek gerektiriyor. Ama sanırım 35 yaşına kadar yazmış olurum.

Anı defteri gibi, öyküler olacak içinde, nasıl yaptığımı anlatacağım insanlara. Ben yaptıysam sen nasıl yapabilirsin tarzı, kişisel gelişim kitabı gibi. Ama çok zor. Çok enerji harcamam lazım. Blog o kadar zaman alıyor. Birçok şeye zaman ayıramıyorum.

Bu sefer blogtan fedakarlık etmen gerekebilir? 

O da kolay değil. Blogu bırakırsam rekabet çok fazla; hemen anında düşmeye başlıyorsun. Birinden birini seçmek zorundasın. O yüzden şu an blog biraz otursun; tam anlamıyla, her şeyiyle, belki ondan sonra bakalım.

Hep denir ya, tamam ben de gezmek istiyorum ama çalışma hayatı izin vermiyor; zamanım yok; bütçem yok. Bunlar için ne diyorsunuz? 

Bunların hepsi aslında bahane. Çalışma hayatını söyleyeyim mesela, ben de çalışıyordum. Normalde özel sektörde 100 küsür gün izin var. Bayram izinleri, kıdemine göre yıllık izin hakkın, yılbaşı, 23 Nisan, 1 Mayıs, 19 Mayıs gibi resmi tatiller… Yıla yaydığında nereden baksan 2 ayda bir gezebilirsin çok rahat bir şekilde.

Ama bütçe kısmına geleyim. Bizde bütçe konusundaki en büyük sıkıntı araştırmamak. Mesela ben İran’a gittiğimde, o kadar büyük bir önyargıyla gittim ki İran’a, sanki insanların kafasında silahlı insanlar bekliyor gibi düşünüyordum. 1979’da bir devrim yapmışlar ve gündelik hayata belli kısıtlamalar getirmişler. Birçok ürün yasak, ama sözde yasak; karaborsada bulabiliyorsun.

Ekonomi de çok iyi değil şu an. Günde 15 dolara gezdim ben İran’da. Burada gezemezsin. Çünkü İran’a gitmeden önce Couchsurfing sitesinden açık form gönderdim; İran’daki herkes görebilsin diye. Seni davet ediyor; evimde kal diye; sen hiçbir şey yapmıyorsun. “Ben bir blog yazarıyım, kim evinde davet etmek ister,” diye yazdım; 100den fazla kişi yazdı bana.

Muhteşem insanlar. Çok sıcakkanlılar, misafirperverlik had safhada, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarından çok daha mutlular; güleryüzlüler. Bunu her yerde görebiliyorsun.

Evlerinde ağırlıyorlar; sen onlar için Allah’ın gönderdiği bir misafirsin. Evlerinde ağırlıyor, yediriyor, içiriyor, gezdiriyor ve sen bunu istemesen de, zahmet oldu desen de yapıyorlar. Ben hayatımda bu kadar misafir seven bir toplum görmedim.

Devletleri cezalandırırken, halkları da cezalandırmamak lazım aslında… 

Kesinlikle. Dünyada insanlar güzel; sorun devlet yönetimlerinde.

Bizi de mesela halk olarak çok üçkağıtçı, dolandırıcı biliyorlar. Uyarılar var turistler için; özellikle taksiler konusunda. Sırf o taksiciler o turistleri dolandırdı diye; bütün Türkiye halkı mı dolandırıcı sayılacak? Genellememek lazım.

Yurt dışına gittiğimizde hepimiz ülkemizin temsilciyiz aslında. Bizi nasıl görürlerse o insanlar öyle görüp öyle anlatıyorlar. O yüzden çok dikkat etmek ve önyargılı olmamak lazım.

Çok pahalı değil gezmek. Gidip de İngiltere’den başlamamak lazım tabii. Ben merakımdan gidiyorum; çünkü çok fazla yer gördüm ve sıra artık oraya geldi.

Ama önceliğim Balkanlardı. Balkanlardan başladım ekonomik olsun diye. Ukrayna’ya, Rusya’ya gittim; o zamanlar çok ucuzdu. Kırgızistan’a gittim; bedavaydı orası, çok ucuz. İran da öyle dediğim gibi. Gürcistan biraz artmaya başladı; eskisi kadar ucuz değil. Ama hala vizesiz; kimlikle gidebiliyorsun.

Evet, herkesin bir bütçesi var sonuçta ama büyük paralar da gitmiyor gezmek için.

Seyahat bir lüks değil; bir ihtiyaç. Türkiye’de yanlış biliniyor. Gezmek, bir yere gitmek, görmek; okula gitmek gibi bir şey. Türkiye’de tatil Bodrum, Çeşme olarak anlaşılır ve haliyle lüks olarak görülür ya, ben seyahat etmeyi öyle düşünmüyorum. Bence en büyük ihtiyaçlardan bir tanesi. Psikoloji için en önemlisi. Pozitif olmak için. İnsanlara baksana, niye bu kadar insan mutsuz? Gezmiyoruz çünkü.

Türkiye’den gezen, yurt dışına giden 2 milyon kişi var. Sadece 2 milyon. Ben 10 defa gidiyorum yılda, bir iş adamı 50 kere gidiyor olsun. Tek tek birey olarak bakarsak 2 milyon kadar. Bunların birçoğu da Yunanistan ile Gürcistan’a gidiyor. Ne kaldı geriye? 80 milyon insan yaşıyor bu ülkede. Biz herkes geziyor diye düşünüyoruz. Herkes falan gezmiyor; öyle bir şey yok. Toplum genelinde bakmak lazım.

Özellikle yeni nesile bakalım şimdi; benim zamanımda dolar 1,5 idi; gezebiliyorduk. Napsın şimdi çocuklar? 1000 lira belki burs alıyor; 100 dolar yapıyor. Nereye gitsinler? İnşallah şirket sahipleri büyüklerimiz bu gençler için bir seyahat bursu ayırır. Benim ilerideki en büyük hedefim: gençlere burs vermek, gezsinler diye. Şimdi enflasyon da başladı; herkesin maaşına zam da gelmeye başladı, biraz düzeldi. %20 arttırdı birçok yer. Ama çalışan için, öğrenci için çok zor hala. Aileler için çok zor. Allah yardımcısı olsun insanların.

Ben çok gerçekçi olmaya çalışıyorum. Bir şeyler yapılması lazım. Herkes lüks içinde yaşıyor. Bakıyorsun, herkeste son model telefonlar. Biz bu kadar zengin değiliz. Bize yıllarca düşük faizli kredi verdiler; üretmedik. Şu an onun derdini çekeceğiz. Çünkü lükse alıştık. Lüks de dışarıdan geliyor. Ekonomi kısmını çok iyi görmüyorum ülkenin.

Ama turizm kısmında yine de bir yükseliş var gibi gözüküyor. 

Turizmde de şöyle bakmak lazım. Kişi başı ne kadar gelir bırakılıyor. Mesela İspanya’da kişi başı turistin bıraktığı para 1400 Euro kadar, bizde 600 Euro civarında. Ruslar geliyor, ne güzel, mutluyuz, turizm patladı diye bakıyoruz ama insanları 50 Euro’ya her şey dahil otelde konaklatıyoruz. Bu para kazanmak gibi değil ki. Bugün Ürdün’e gittiğimizde, Petra’ya girerken 50 Euro veriliyor sadece. Hangi antik kent ya da müzemize giriş ücreti 50 Euro’yu bırak 50 lira. Hiçbiri değil. Bizim hatamız bu. Katma değerli turist gelmesi lazım. Otele bırakıyor parayı, gelenlerin çoğu gezmiyor bile. Böyle turizm olmaz. Önemli olan rakam değil. Bu insanlar şu an lira düşük olduğu için geliyor. Böyle olmasa da gelecekler miydi acaba? Olay rakam değil.

Siz turlar düzenliyor musunuz? 

Düzenledik geçen sene. Fas’a, Küba’ya, Avrupa’ya turlar yaptık. Ama beni çok yordu o yüzden devam ettiremedim bir daha. Çünkü hem orada video çekmeye çalışıyorum, hem yazı yazıyorum, not alıyorum, hem insanlarla uğraşıyorum. Daha önce de gittiğim yerler olduğu için bir yerden sonra sıkılıyorum. Tur işi çok zor; yapmak kolay değil.

Gezilecek yerler programı için de blog yazıyorum. Her şeyi yazıyorum. Vietnam’ı 2,5 aydır yazıyorum. 1000 sayfa yazı var 10 blog yazısına böldüm. Kitap çıkar. Didik didik okumaya çalışıyorum yabancı kaynakları. Türkçe çok kaynak bulamadım. Bütün şehirleri için gezi rehberi yazmaya çalışıyorum. Hoi An Gezi Rehberi yazdım mesela. Biliyorum, çok az kişi gidecek belki Türkiye’den Hoi An’a ama olsun o kişilere de yardımcı olmak istiyorum. Vietnam, dünyada mutlaka görülmesi gereken yerlerden.

 

View this post on Instagram

 

A post shared by Deniz Pehlivan (@birhayalinpesinde) on

Benim dünyada en çok beğendiğim yerlerden biri mesela Japonya, mutlaka gidilmesi gereken yerlerden. Japonya’da varlığı, Hindistan’da yokluğu, ikisinin arasında kaldığımız için, nereye gideceğimizi görmemiz lazım ve şükretmeyi öğrenmemiz için gitmemiz lazım. Endonezya’da Bali Adası olağanüstü. Filipinler’in adaları muhteşem. Tayland’ın kuzeyi yemyeşil. Avrupa’da Norveç, İsveç olağanüstü doğal güzelliklere sahip.

Türkiye’de en favori yerim Akdeniz’de Fethiye, Kaş, Kalkan. Kapadokya tarifsiz bir değer aslında ama yeni yeni anlamaya başlıyoruz güzelliğini. Az kalsın otele dönüştürüyorlardı. Eşi benzeri yok halbuki. Pamukkale de öyle. Pamukkale’nin suyu yoktu geçen sene.

Likya Yolu mutlaka yürülmeli. Likya Yolu’nu ilk kez yürüyen kişi, kitap haline getiren Kate Clow diye İngiliz bir gezgin. Biz kendi ülkemizdeki yolu yürüyüp anlatamamışız. Çünkü biz orasının taş, mağara olduğunu düşünüyoruz. Yeni yeni bilinmeye başlandı yol. Ben çok tanıtmaya çalıştım orayı. Manzarası da olağanüstü. Hele Fethiye-Yediburunlar arası yamaçtan yürüyorsun. Masmavi deniz, bir yerde çam ağaçları var yemyeşil. Her bütçeye uygun seçenekler bunlar aslında.

Avrupa’da Amsterdam’ı bisikletle gezmeyi çok severim. Barselona’nın tarihi mimari olarak süper. Roma açık hava müzesidir. Prag Charles Köprüsü’nde akşamüzeri güneş batarken yürümenin keyfi başkadır. Sanki orta çağda geçen bir filmin içindeymiş gibi hissedersin. Ekonomik istiyorlarsa dediğim gibi, Ukrayna çok ucuz. İsviçre’de yol gezisi yaptım mesela. Alpler’in manzarası efsanedir. Slovenya’da Bled Gölü var mesela, orası da çok güzel. Estonya, Litvanya da uygun. Bizim çok gerimizdeler bence. Avrupa’nın biraz köşesinde kalmışlar. Romanya, AB ülkesi, Schengen’e girmedi henüz. Ama onları da yavaş yavaş alırlar.

Amerika’da araba yolculuğu yapmıştım. 3,5 ay kaldım, Work&Travel kaldım. Las Vegas’tan San Francisco’ya, Utah’a, San Diego’ya gittim. San Diego’da arabamı sattım. Eğlence parkında restoranda çalışmıştım. Çok güzeldi. Ama hep aç kaldım, hiç kahvaltı yoktu. İlk kez yurt dışına gitmiştim bir de. Uluslararası mutfak kültürün de yok. Sonuçta Fethiye’de suşi ile büyümedik. Şimdi her yerde yiyebilirim, hiç de çekinmem. Her gün de yerim, hiç sesimi çıkarmam. Ama o zaman bilmiyorsun tabi bunu. 3 ay çalıştım sonra 1 ay kadar da arabayla gezdim. San Diego’dan uçağa binip New York, Philadelphia, Washington, Boston ve Niagara Şelalesi’ni gördüm. Sonra New York’tan da uçakla geri dönmüştüm. Unutulmaz, muhteşem bir deneyimdi. Herkese tavsiye ediyorum Work&Travel.

Work and Holiday var Avustralya için. O uzun dönem çalışma. 6 ay-2 yıl arası. Onda da bir miktar para ödüyorsun. Ama orada hem çalışıyorsun hem yaşıyorsun ve o paraları çok rahat çıkarabiliyorsun. Bunlar hep deneyim.

Çok fazla seçenek var şu an yeter ki bir insan istesin. Her şey bir kıvılcımla başlıyor. O kıvılcımı bir çaksan, ben niye yapamıyorum diyen insanlara bakın, araştırmayı bilmiyorlar. İnternet kullanmayı bilmiyoruz mesela çok. Türkçe kaynak çok az ama. Her şeyde çok az. Üniversitede de bu sıkıntıyı yaşadım; iş hayatında da. Her şeyi İngilizce bulabiliyorum ama Türkçe bulamıyorum. Bulduklarım da çok reklam kokuyor. Güzel değil, özen yok. İnternet bizde hala gelişmedi. Hala çok işimiz var. Kullanmayı da bilmiyoruz. Bizim için internet Instagram’da hikaye atmak. Kalıcı olmuyor.

Yurt dışında nasıl yabancı dil öğrenebiliriz? 

Sonuçta biz doğarken dadılarla büyümedik; evimizde bize yabancı dil öğreten biri olmadı. Yıllarca okulda hep aynı şeyleri öğrenip durduk. Birçoğumuz lisede belki öğrendik. Zaten bizim eğitim sistemimiz de gittikçe kötüleşiyor. Özellikle yabancı dilde çok daha belirgin bu fark. Sorsan herkes biliyor da, aslında çok az kişi İngilizce’yi gerçekten biliyor.

Yurt dışına gitmeden önce temelinin olması lazım; biraz biliyor olmak lazım. Yurt dışında öğrenenlerin çoğu İngilizce’yi yanlış biliyor. Dil bilgisi yok, sokak ağzıyla öğrenmiş; yazamıyor. Ben ona İngilizce öğrenmek demiyorum. Konuşabiliyor, derdini anlatabiliyor az çok, esnaflar gibi ya da turizm işiyle uğraşanlar gibi. Tabii her türlü işini halledebilirsin ama profesyonel olarak, mesleki olarak, başka bir ülkede yaşamak ya da çalışmak için yeterli değil. Bu iş birilerinin zorlamasıyla olmuyor. Biraz temel geliştirip, Work and Travel, dil okulu da yapılırsa kesinlikle İngilizce öğrenirsin.

Bizim çok yanlış büyütüldüğümüzü düşünüyorum. İnsanlarda hep ders çalışıp memur olayım düşüncesi var. Zengin olan insanlara bak hiç öyle düzenli bir işim var, rahat edeyim, mutlu olayım düşüncesinde insanlar değil. Çok çalışan insanlar ama hepsinin hobileri de var. Geçenlerde NASA’nın karadeliği bulan ekibinde biri de Türk. Evli, çocuğu var, spor yapıyor, dereceleri var ve aynı zamanda NASA’da çalışıyor. Bir sosyal hayatı da var aynı zamanda; sadece iş olarak bakmamış, hayat olarak da bakmış. Sadece çalışmakta iyiyiz; diğer birçok şeyde kötüyüz. Keşke hepsinde iyi olabilsek. Bir sonraki nesle aktarmak bunu aktarmak lazım.

Takım elbise ve kravat giydiğimiz zaman sosyal statümüzün yükseleceğini düşünerek büyüdük, “bir yere gel” diyorlar ya hep, tamam da o yer neresi? Oraya gelince ben mutlu olacak mıyım? Ben çok insan bilirim özel sektörde her gün ağlayarak işe gelen, çocuğunun doğup büyüdüğünü göremeyen. O zaman sorguluyorsun; hayat bu değil ki, hayata bir kere geliyoruz.

İnsanlar baskıdan dolayı isteyerek öğrenmiyor; ezberliyor; sınavı geçmek için. Logaritma öğrendim matematikte; hayatımın hiçbir alanında işe yaramadı. Logaritma öğreneceğime coğrafya öğrenseydim gezerken işime yarardı. Ya da keşke bir enstrüman çalmayı da bilseydim. Bizim en büyük sıkıntımız var. Herkes üniversite mezunu olmak zorunda değil ama herkes kendini geliştirmek zorunda. Bugün Yeni Zelanda, Avustralya göçmen olarak el işi bilen, ustalık bilen insanları istiyor mesela. Çünkü değerli. Onda bilgisayar mühendisi, doktor zaten var. Keşke bu yeteneklere odaklansak. Fethiye’de bir otele gittim geçen gün; taş ustaları bir ev yapıyorlar ama hayranlık uyandıran taşlar. Bir usta kalmış; o adam ölecek ve onun işini devam ettirecek başka kimse yok. Ve o usta belki de İstanbul’da bir CEO’nun kazandığı parayı kazanıyor; eğer olay paraysa.

CEVAP VER

Lütfen yorum giriniz!
Lütfen isminizi yazınız