Birleşik Krallık’ın kuzey ucunda yer alan, Roma İmparatorluğu’nun bile diz çöktüremediği, yaylalarında çetin rüzgarların her daim estiği İskoçya, benimle aynı nesilden herkesin aklında Cesur Yürek (Braveheart) filmi ile yer etmiştir.
Avrupa’nın son dönemde giderek popülaritesi artan rotalarından biri olan İskoçya, asırlardır aynı şekilde duran şatoları, yabani hayatın korunduğu yaylaları, burada icat edilen golf ve elbette viski ile birçok gezginin ilgisini cezbediyor.
Bu yazımda size İskoçya’nın altı asırdır başkenti olan Edinburgh’taki geziniz için bilmeniz gerekenleri anlatacağım.
Edinburgh’da Görülecek Yerler’den ise önceki yazımda bahsetmiştim. Ona da göz atmanızı öneririm.
Birleşik Krallık’a bağlı her ülkede olduğu gibi İskoçya’da da geçerli para birimi “British Pound” ama kendilerinin İngiltere’den ayrı bastıkları banknotlar da mevcut ve “Scottish Pound” diye geçiyor.
Değerleri aynı ama İskoçlar daha çok kendi paralarını kullanmayı tercih ediyorlar.
British Pound (yani üzerinde kraliçenin resmi olan, dünyanın her yerinde geçerli, bildiğimiz İngiliz Sterlini) her yerde kabul ediliyor tabii, kaldığım konukevinin sahibi “Ama bunlar İskoç parası değil, burada geçmez” diye şaka yapmaya çalıştı ama ben yutar mıyım böyle numaraları!
İngiliz Sterlini’nin aksine Scottish Pound sadece İskoçya’da geçerli, o yüzden dönmeden önce size orada para üstü olarak vs verecekleri tüm Scottish Poundları başka bir döviz türüne çevirmeyi unutmayın (Euro veya Dolar gibi).
İskoçya soğuk, ama öyle böyle değil hakikaten soğuk. Ben Ağustos ayının ortasında gitmiştim, kışlık kalın pantolon, kazak ve montla gezmeme rağmen üşütüp hasta oldum.
Orada geçirdiğim 7 günün altısında yağmur yağdı, üstelik öyle bizdeki yaz yağmurları gibi ılık ılık çiseleyen damlalar şeklinde değil (Marmaris ve Bodrum’da yağmur yağarken denize girmişliğim çoktur) sert ve soğuk bir rüzgar eşliğinde içinize işleyen cinsten sağanak yağdı sürekli.
O yüzden siz siz olun, İskoçya’ya kesinlikle Temmuz ya da Ağustos’ta gidin ve kışlık giysilerinizi götürüp sağlam giyinin. Bir dakikalığına güneş çıksa hemen sokağa dökülen İskoçlar kısa kollu tişört ve şortla gezip size garip bakışlar atacak, aldırmayın.
Zaten kış aylarında buraya hiç uğramayın, İskoçlar kendileri bile öyle yapıyorlar. Kaldığım konukevinin sahibi Türk olduğumu görünce “Biz eskiden eşimle kış boyunca Belek’te kalıp golf oynardık şimdi Mısırlı bir aile ile arkadaşız oraya gidiyoruz” dedi. Sanırım burası iyice kuzey kutbuna dönüyor.
İskoçya’dan herkesin Türkiye’yi epey iyi bildiğini de belirteyim, bindiğim taksinin şoförüne Türkiye’den geldiğimi söyleyince bana Kaş ve Kalkan’da nasıl dalış yaptığını anlatmaya koyuldu hemen.
İskoçya’nın bu kasvetli havası insanda güzel bir çay eşliğinde oturup roman yazma isteği uyandırıyor. Muhtemelen bu yüzden çok sayıda yazar, filozof ve bilim insanı çıkarmış. Örneğin Hazine Adası (Treasure Island) ve Dr. Jekyll ve Mr. Hyde (The Strange Case of Dr. Jekyll and Mr. Hyde) kitaplarının yazarı Robert Louis Stevenson Edinburgh’de doğup büyümüş, Sherlock Holmes ile tanınan ünlü yazar/doktor Arthur Conan Doyle da öyle.
Irvine Welsh’in Trainspotting adlı kitabı da Edinburgh’un limanını oluşturan Leith mahallesinde geçiyor. Wikipedia öncesi dönemde birçok evde bulunan Britannica Ansiklopedisi de Edinburgh’de basılmış.
Çocukların boş bir zihin ile doğduğunu ve her şeyi deneyimle öğrendiğini öne süren Tabula Rasa fikriyle bilinen ünlü Filozof John Locke da halen heykeliyle Edinburgh sokaklarında arz-ı endam ediyor. Gerçi günümüzde Bilişsel Bilimler alanındaki gelişmeler sayesinde tabula rasa artık pek geçerli bir düşünce değil ama olsun, kendi çağı için önemli bir düşünür.
Genetik ve hafıza arasındaki ilişkiyle ilgilenenler Cengiz Han ile Barışmak adlı romanımı okuyabilirler.
İskoçya’ya gitmek için Birleşik Krallık Turist Vizesi almanız gerekiyor. Yeşil veya Gri Pasaport sahipleri için bile vize başvurusu yapmak zorunlu.
Kapsamlı bir formu internet üzerinden dolduruyorsunuz, sonra belgelerinizi teslim ediyorsunuz, fotoğrafınızı çekip parmak izi ve imza örneğinizi alıyorlar. Bir iki soru sordukları oluyor ama kapsamlı bir görüşme yapıp sizi terletmek gibi bir adetleri yok.
Genelde turist vizesi altı aylık ve çok girişli olarak veriliyor. Başvuruda gereken belgeler, vize ücreti ve yeri için Londra Gezi Rehberi yazımı inceleyebilirsiniz.
Britanya’da kullanılan prizler bizdekinden farklı. Yassı biçimli, üç ağızlı bir prizleri var.
En iyisi yola çıkmadan evvel ülkemizden priz dönüştürücü almak olacaktır, orada bizim priz tipine uygun bulamayabilirsiniz.
Turizm danışma büroları “icentre” ismini taşıyor. Buradan şehir haritası ve bilgilendirici broşürler almak iyi oluyor. Çalışanlar da sorularınıza ilgiyle yanıt veriyorlar. Genellikle İskoçların tavırlarından oldukça memnun kaldım, herkes konuksever ve ilgiliydi.
Edinburgh tabii metropol kalabalığının getirdiği kabalığa sahipti ama küçük bir yer olan St Andrews’ta herkes birbirine selam veriyordu. Bizim de turist olduğumuz belli olduğundan hep ilgi gösterdiler, yardımcı olmaya çalıştılar.
Yalnız İskoç aksanı epey ağır olduğundan zaman zaman ne söylediklerini anlamak zor olabiliyor.
Edinburgh Havalimanı kent merkezine pek de uzak sayılmaz. İstanbul’dan ve nadir de olsa Ankara’dan doğrudan uçuş var. Yaklaşık olarak dört buçuk saat sürüyor. Uçak Biletinizi obilet.com üzerinden alarak uygun fiyat ve tarihi seçebilirsiniz.
Edinburgh Havalimanı’ndan şehir merkezine ulaşmak için demiryolu ve otobüs seçenekleriniz var.
Trenle gitmek isteyenler havalimanındaki tabelaları takip ederek istasyona ulaşabilirler. 06:15 ile 22:45 arasında işleyen tren her on dakikada bir kalkıyor ve yol aşağı yukarı yirmi dakika sürüyor. Bilet 5.50 Sterlin ama gidiş – dönüş alırsanız 8.50 Sterlin ödüyorsunuz ve dönüş biletinizi istediğiniz zaman kullanabiliyorsunuz. Bileti makineden alıyorsunuz ve para üstü vermiyor, ya ona göre nakit hazırlayın ya da yurt dışı harcamaya açık olan varsa kredi kartı kullanın (ben öyle yaptım, nakitle uğraşmaktan daha pratik oluyor).
Airlink 100 adlı shuttle bus ise hemen terminalin çıkışındaki duraktan kalkıyor. Tek yön 4.50 Sterlin, gidiş – dönüş 7.50 Sterlin (yine istediğiniz zaman kullanabiliyorsunuz). Bileti gişeden alıyorsunuz, dolayısıyla para üstü veriyorlar. Yol yarım saat sürüyor, otobüste internet var.
Edinburgh’te şehir içi ulaşıma ise pek gerek olmuyor, küçük bir yer. Zaten Royal Mile ve Princes Street boyunca yürümek kenti gezmenin başlıca yolu. Ancak Rosslyn Chapel’e gitmek için kesinlikle otobüse binmeniz gerekecek. Onun dışında da ihtiyacınız olursa genelde ulaşım Britanya’nın meşhur çift katlı kırmızı otobüsleri ile sağlanıyor. Doğrudan şoföre para ödeyerek bilet alabiliyorsunuz ama bazıları para üstü vermediğinden bozuk para taşımayı ihmal etmeyin. Günlük bilet de alınabiliyor ama ben pek tavsiye etmem, dediğim gibi muhtemelen çok otobüs kullanmayacaksınız.
Edinburgh’ün tam olarak göbeğinde yer alan ana tren istasyonu ise Waverley. Bu iki asırlık gar başlı başına bir tarihi eser. Eski Edinburgh ile kentin yeni kısmı arasında, adeta bir vadi içerisinde kalıyor. Gelip giden trenleri iki yandaki tepelerden izlemek de ayrı bir keyif.
Yeni kısım dediğime bakmayın, 1700 civarında kurulmuş ama Bronz Çağı’ndan beri yaşam olan ve kaleler, katedraller, zindanlar barındıran eski kısımla karşılaştırdıklarından dolayı burada “New Town” diye adlandırılıyor.
Siz de İskoçya’nın diğer kentlerini gezmek için Waverley’den trene binebilirsiniz, güzel bir deneyim.
İskoçya kırsalı yemyeşil platolardan oluşuyor, arada da mor lavanta öbeklerine denk geliyorsunuz. Çok sayıda sera bulunması da beni şaşırttı, örneğin buz gibi St Andrews’ta sera içinde çilek yetiştiriyorlardı! Meralarda otlayan geniş koyun ve inek sürüleri de pastoral bir estetik sunuyor.
En çok hoşuma giden ise arada bir gözüme çarpan yabani atlar oldu. Sanayi Devrimi’nin öncü ülkesi olan Britanya’da doğal hayatın hala bu kadar iyi durumda olması çok güzel.
Edinburgh pahalı ve kalabalık bir şehir. Üstelik yaz boyu neredeyse her zaman bir festival olduğundan ciddi bir yoğunluk yaşanıyor. Oteller de pahalı ve nazlı. Konukevi, hostel, Airbnb, couch surfing gibi seçenekleri bir düşünmenizi öneririm.
Ben normalde rahat bir otelde kalmayı ve yorucu bir gezi sırasında en azından gece iyice dinlenmeyi tercih edenlerden olsam da Edinburgh bu konuda gerçekten zor bir yer.
Edinburgh’un Yeni Şehir kısmındaki Newington bölgesi özellikle konukevi ve hostel açısından çok seçenek sunan bölgeler.
Leith’te konaklamak da Edinburgh merkeze göre daha ucuz ama biraz uzak kalıyor, gidiş geliş yapmaktan yorulabilirsiniz.
Edinburgh’daki en büyük alışveriş caddesi zaten geziniz sırasında mutlaka geçeceğiniz Princes Street. (Adına dikkat etmeniz gerektiğini önceki Edinburgh Görülecek Yerler adlı yazımda belirtmiştim.)
Burada dünyadaki bütün büyük mağaza zincirlerinin bir şubesi mutlaka var desem abartmış olmam.
Edinburgh Şehir Konseyi’nin koyduğu kural gereği bunların hepsi bir tarafa yan yana sıralanmış durumda, böylece diğer taraftaki Eski Edinburgh’un manzarası asla kapanmamış oluyor ve alışverişçiler gözlerini vitrinden ayırdıklarında bu tarihi manzarayı doya doya seyredebiliyor.
Louis Vuitton, Swarovski, Harvey Nichols gibi en lüks mağazalar ise yine kentin bu tarafındaki Multrees Walk adlı cadde boyunca sıralanıyor.
El yapımı hatıra veya hediyelik eşya arayanlar, en özgün seçenekleri Edinburgh’un New Town (Yeni Şehir) kısmından Leith’e uzanan Leith Walk boyunca sıralanmış tezgahlarda bulabilirsiniz.
Her yaştan çok sayıda insan, çeşitli alanlarda ürettikleri ufak tefek sanat eserlerini burada sergiliyor.
Royal Mile boyunca çok sayıda hediyelik eşya dükkanı yer alıyor ama biraz turist tuzağı havasındalar, genelde kalitesiz ve bayağı ürünler satıyorlar (pek sevmediğiniz ama hediye almak zorunda kaldığınız insanlar için buradan bir şeyler bakabilirsiniz belki!).
Yine bu cadde üzerinde bulunan müzelerin satış noktaları ise hem daha kaliteli ürünler sunuyor, hem de alışverişinizle müzeye destek oluyorsunuz.
Edinburgh’un eski kısmındaki Grassmarket ise tarihi bir pazar yeri ve hala birçok ufak dükkana ev sahipliği yapıyor.
İlginç şeyler bulabilirsiniz, örneğin sadece şaka malzemesi satan bir yer bile var (hemen Maggie Dickson’s Pub’ın yanında).
Yine Eski Şehir’de bulunan Victoria Street ise Harry Potter’daki Diagon Alley’e ilham vermesi ile ünlü. Burada da ekonomik bakımdan orta düzeyde dükkanlar bulunuyor.
Son olarak Cockburn Street’te de çok sayıda mağaza mevcut, genellikle Edinburgh’deki öğrenci nüfusa ve genç turistlere hitap ediyorlar. Gençler ve kendini hep genç hissedenler bir göz atabilir. Yalnız sokak isminin okunuşuna dikkat edin, ilk aklınızdan geçen biçimde seslendirirseniz suratınıza karşı kahkaha atabilirler çünkü o durumda biraz müstehcen bir anlama geliyor. Doğru okunuşu “Kobörn” şeklinde, yani o ile ve ikinci k’yi okumadan. Sakın ha kimseye “Kakbörn” demeyin!
Özellikle Royal Mile boyunca sıralanmış, Türkler tarafından işletilen çok sayıda kafe ve restoran bulunuyor, örneğin bunlardan birinin adı Truva ve tabelasında Türk bayrağı var.
Zaten İskoçya’nın her şehrinde, oldukça küçük olanlarda bile, Türk restoranına denk geldim.
Tabii gezmeye gelmişken muhtemelen buraya özgü tatları denemek isteyeceğinizden onlardan bahsetmeyip İskoçya’ya has yiyeceklere geçeceğim. Bu konuda Edinburgh iyi bir nokta çünkü resmi rakamlara göre Britanya’da nüfusa oranla en yüksek restoran sayısına sahip olan il konumunda.
Kahvaltı ile başlayacak olursak, bol yağlı ağır kahvaltı sevenler tam olarak doğru adrese geldi! Benim kaldığım konukevinin fiyatına kahvaltı dahildi, o kadar doyuyordum ki akşam bile acıkmıyordum.
Geleneksel İngiliz kahvaltısını alıp bir adım öteye taşıyan İskoç kahvaltısı adeta obezite ve kalp damar tıkanıklığı için özel hazırlanmış bir menü gibi. Bol yağda pişirilmiş rafadan yumurta yanında yine kızartılmış salam ve sosis ile servis ediliyor (dana istediğinizi özellikle belirtmeyi unutmayın, tahmin edebileceğiniz üzere onlar domuz tercih ediyor).
Yanında Britanyalılar kahvaltıda vazgeçemediği bol domates soslu ve hafif tatlı olan kuru fasulye ile kızarmış mantar ve domates veriliyor.
Tabii buna yulaf ezmesi, kızarmış ekmek, marmelat çeşitleri, yoğurt ve bolca çay da eşlik ediyor.
Hayvancılığın gelişmiş olduğu İskoçya’da tereyağ her sofranın vazgeçilmezi, en ünlü tatlılarından biri de tüm bir Mars çikolatasını (içinde nuga ve karamel olan, üstü çikolata kaplı şekerleme) galeta ununa bulayıp tereyağında kızarttıktan sonra yemek zaten! Yağdan kaçınmak isteyenler ise İskoçya’da ne yapar bilemiyorum.
Ayrıca bizdeki bazlamaya benzeyen içinde patates de bulunan tattie scone kahvaltıda verilen bir diğer yiyecek. Yani mide fesadı geçirmeden kalvaltıdan kalkmak pek mümkün değil.
Edinburgh’da hem fiyatı hem kalitesi hem de konumu ile öne çıkan kahvaltıcı ise Edinburgh Larder. Royal Mile üzerinde Radisson Blu oteliyle Museum of Childhood (Çocukluk Müzesi) arasında kalan sokakta yer alıyor. Full Scottish Breakfast için 9.50 Sterlin ödemeniz gerekiyor (ki burası diğer yerlere göre uygun fiyatlı olduğu halde). Ekmek arası ürünler ise 4 Sterlinden başlıyor.
Böyle bir kahvaltıdan sonra hafif bir yemek ile günün geri kalanını geçirebileceğinizi sanıyorsanız yanılıyorsunuz. İskoçya’da böyle bir şeyi aklınızdan bile geçirmeyin, belki de sert geçen soğuğa dayanabilmek için insanlar her zaman yağlı ve ağır besleniyor.
İskoçya’nın dünya çapında meşhur olan ulusal yemeği Haggis herkesin damak tadına göre değil. Etin yağlı kısmını kıyıp bolca soğan, yulaf ve karabiber ile karıştırdıktan sonra işkembesinin içine doldurup pişiriyorlar. Dana, kuzu veya domuzdan yapılabiliyor, illa ki denemek isterseniz siparişinizi ona göre verin.
Yiyebileceğiniz en ünlü yerler ise The Last Drop. Grassmarket’ta yer alan bu pub, Royal Mile geziniz sırasında önünden geçeceğiniz için ulaşım sorunu olmayan bir adres. Haggis’i geleneksel biçimde yanında turp ve patates ile servis ediyorlar. Fiyatı ise 8.95 Sterlin.
Bütçeniz biraz daha genişse Ulusal Portre Galerisinin (National Portrait Gallery) yolu üzerindeki The Dogs, adından tahmin edebileceğiniz ilginç dekoru dışında tipik bir restoran. Haggis ve “fish and chips” gibi Britanya lezzetlerinin yanı sıra daha klasik et ve balık yemekleri de servis ediyorlar. Bir porsiyon yemek 15 Sterlin civarına geliyor, aklınızda bulunsun.
Haggis’e oldukça benzese de ayrı bir yiyecek olan Black Pudding’in ismine aldanmayın, bizdeki tatlı puding ile hiçbir ortak yanı yok. Görüntüsü daha çok sucuğa benziyor. İçinde yine etin yağlı kısmından yapılmış kıyma, yulaf, arpa, baharatlar ve kan bulunuyor. Evet bildiğiniz kan, hayvanı keserken kanını biriktirip bunu hazırlamakta kullanıyorlar. Kahvaltıda veya fast food olarak tüketilebiliyor.
İskoçlar “tattie” dedikleri kumpiri de bir hayli seviyorlar. Royal Mile üzerinde, Royal Mile Gallery’nin karşısında sokağa girerseniz bulacağınız Tempting Tattie, ucuza karnınızı doyurmak için iyi bir adres.
Bildiği lezzetlerden şaşmamak isteyenler ise Royal Mile Gallery’nin yanındaki sokağa girip Royal Mile’a paralel uzanan Holyrood Caddesi’ne dek birkaç dakika yürüyerek Holyrood 9A’ya gidebilirler. Burası hamburgerleri ünlü ama bir burger 8 Sterlin, haberiniz olsun.
Britanyalılar bir de etli turtalarıyla bilinirler. İskoçlar da İngilizlerden ayrı biçimde kendi etli turta türlerine sahipler. Bridie adı verilen turtanın içinde dana kıyma, soğan ve baharat bulunuyor ve biraz kıymalı böreğe benziyor.
Daha sert bir dış kısma sahip olan Scotch Pie yani İskoç Turtası da dana veya kuzu kıymadan yapılıyor, içine kuyruk yağı ve tam listesi gizli tutulan baharatlar ekleniyor. Etli turtanın en iyi adresi ise The Piemaker. Adını hak eden bir işletme. Rosslyn Chapel otobüsünün de kalktığı South Bridge üzerinde, Royal Mile ile Cowgate Bulvarı arasında kalıyor. Üstelik fiyatları da çok uygun, 2.50 Sterline istediğiniz etli turtayı alabiliyorsunuz.
Sıra geldi tatlıya! Neyse ki yukarıda bahsettiğim tereyağında kızartılmış galeta kaplı Mars çikolatasından daha hafif seçenekler de mevcut. Örneğin İskoçlar Tablet adında bir muhallebiyi seviyorlar, özel bir yanı yok.
Shortbread ise bol tereyağlı bisküvi çeşidi. Çayın yanında iyi gittiği kesin.
Diğer alternatifler ise Clootie Dumpling dedikleri kuru meyve içeren oldukça ağır bir kek ve ahududu, krema, bal ve yulafla yapılan Cranachan. Gördüğünüz gibi İskoçlar yulaftan vazgeçemiyor!
Tabii İskoçya denince çoğu insanın aklına viski geliyor. Aslında viski ilk olarak İrlanda’da, Kelt kültüründe rahip ve halk ozanı olan Druidler tarafından ayin içeceği olarak icat edilmiş.
İrlandalıların İskoçya’ya göçmesi sonucu da bu topraklara gelmiş ve yaylalar arpa üretimine, okyanus kıyılarında dalgaların dövdüğü kayalar ise fıçı yerleştirmeye çok uygun olduğundan gelişip boynuz kulağı geçmiş (ama bunu İrlandalılara söylemeyin, sinirlenirler).
Lafı gelmişken, İrlandalılar ile İskoçlar aynı kökenden gelirler ve hatta “İskoç” sözcüğü Antik yazılarda günümüzdeki İrlanda adasında yaşayanlar için kullanılır, yazılı kaynaklarda “Scot” sözcüğünün ilk geçtiği yer de bir İrlanda kralının unvanıdır.
Highland denen yaylalarda mı yoksa Lowland denen vadilerde mi, adanın doğu kıyısında mı yoksa batı kıyısında mı yapıldığına göre viskinin rengi, berraklığı ve elbette tadı değişiyor. Her yörenin kendi viskisi var ve her yerde olduğu gibi burada da herkes kendi ürettiğini en iyi olarak görüyor.
Royal Mile üzerinde, hemen Edinburgh Kalesi’nin yanında yer alan The Scotch Whisky Experience, turistler tarafından yoğun ilgi gören ve otuz yıldır hizmet veren bir nevi viski gösterisi. Size bir yandan viskinin nasıl yapıldığını anlatıp bir yandan çeşitli viskiler tattırıyorlar. Sunulan viskilerin kalitesine göre bilet fiyatları 15.50 ile 70 Sterlin arası değişiyor. Değeceğinden emin değilim. 15.50 Sterlinlik en ucuz gösteri doğal olarak en popüleri ve yirmi dakikada bir sergileniyor, diğerleri ise belli saatlere sahip.
Ayrıca turistik haritalarda ve sokaklarda dağıtılan broşürlerde de çok sayıda viski üretim yeri gezisi bulunuyor.
Üniversite öğrencilerinin yoğun olması ve yaz boyu düzenlenen festivaller nedeniyle Edinburgh hareketli bir kültürel yaşantıya ev sahipliği yapıyor.
Bilhassa komedi gösterileri konusunda epey meşhur bir şehir; tiyatro oyunları olsun, stand-up olsun, doğaçlama olsun her akşam birden fazla alternatif bulabilirsiniz. Ben kentte gezerken her yer afiş doluydu zaten, muhtemelen siz gittiğinizde de öyle olacaktır.
Hangisi ilginizi çekerse ona yönelirsiniz ama bilet fiyatını önceden araştırmayı ihmal etmeyin. Bütçesi dar olanlar Greyfriars’ Kirkyard’ın köşesindeki Bedlam Theatre’a gidebilirler.
Bildiğiniz üzere İskoçların ulusal çalgısı gayda. Zaten sokakta gezerken bile duyuyorsunuz ve emin olun o kadarı fazlasıyla yetiyor.
Eğer oturup uzun uzadıya dinlemek isterseniz Eski Şehir kısmında yani Royal Mile ve çevresinde yer alan publara göz gezdirin. Gayda konseri olacağı zaman afiş asıyorlar. O kadar çok pub var ki illa konser olan birine denk gelirsiniz.
Yaz ayları boyunca, en çok da Ağustos’ta, Edinburgh’da neredeyse kesintisiz biçimde festival düzenleniyor. Bu bir yandan iyi çünkü kente epey canlılık katıyor ama bir yandan da kötü çünkü hem oteller dolu ve pahalı, hem de sokaklar kalabalık oluyor.
Festivaller özellikle yukarıda bahsettiğim komedi ağırlıklı gösterilerin çoğalmasına neden oluyor, hangisine gideceğinizi şaşırabilirsiniz!
Tam ben oradayken denk geldiğim The Edinburgh Military Tattoo ise Edinburgh Kalesi’nden konuşlanan bandonun (onlar bandoya “tattoo” diyor) üzerlerinde ekose İskoç eteği olan kiltlerle, bir yandan gayda çalarak kaleden aşağı Royal Mile’a yürümesine verilen isim. Epey bir curcuna vardı, hem turist kalabalığı inanılmazdı hem de abartılı güvenlik önlemleri vardı (ne de olsa ordu bandosu).
Kitap festivali, caz festivali, film festivali, çocuk tiyatrosu festivali, uygulamalı bilim festivali… Ne ararsanız var. Özellikle katılmak istediğiniz varsa gitmeden önce tam tarihini öğrenin ve kesinlikle online bilet alın, muhtemelen buraya geldiğinizde yer kalmamış olur.
Festivallerin büyük kısmı Edinburgh’un merkezinde yapılsa da birkaçı Leith ve diğer banliyölerde gerçekleşiyor. Konaklama yerinizi de ona göre ayarlayabilirsiniz.
Son olarak, artık yazılarımda gelenekselleştiği üzere, cazseverler için kentteki en ünlü caz mekanını yazacağım. Adı üstünde The Jazz Bar, South Bridge caddesi üzerinde, Cowgate Bulvarı’nı geçince hemen köşede kalıyor. Her gece 03:00’e kadar canlı performans var. Pazartesi geceleri eski Amerikan filmlerinden tanıdık gelebilecek “Big Band” müziği yapıyorlar, bir önceki albümünde Justin Timberlake de kullanmıştı belki oradan anımsarsınız. On yedi enstrümanlık bu müzik topluluğu adeta bir orkestra kadar kalabalık ama bu uyumlarını hiç eksiltmiyor.
Edinburgh kalabalık olsa da resmi verilere göre Britanya’nın en güvenli şehri (ayrıca en yaşanılır şehri de seçilmiş, sanırım Britanyalılar bile Londra’nın son halini fazla pahalı ve pis buluyor).
Yine de geceleri kendinize dikkat etmeyi ihmal etmeyin çünkü İskoçlar ve turistler tehlikeli düzeyde sarhoş olabiliyorlar.
Ayrıca kentte musluktan akan su içilebiliyor ama ben yine Türk alışkanlığıyla pet şişeden vazgeçmedim.
Son olarak, diğer ülkelerin aksine Birleşik Krallık’ta ülkeye giriş sırasında pasaport kontrolünden geçiyorsunuz ama çıkışta hiçbir kontrol yok. Yurt içi uçuşlarda olduğu gibi check-in yaptırıp valizinizi veriyor, güvenlikten geçip doğrudan uçağa biniyorsunuz. Pasaportunuza çıkış damgası basılmıyor yani.
Keyifli bir gezi dileklerimle…