Edinburgh İskoç kültürünün en önemli şehri ve çok sayıda yazara, filiozofa ev sahipliği yapmış bir yer. İlginç bir coğrafyası var, şehrin eski kısmı ile yeni kısmı birbirine paralel uzanan iki tepelik alana kurulmuş ve aradaki vadide ise geniş bir demiryolu bulunuyor. Edinburgh’u gezmek ise oldukça kolak, kentteki iki ana arter olan Royal Mile ve Princes Street üzerinden her yere ulaşabiliyorsunuz. Yalnız bu ikincisinin adı biraz sıkıntılı: Doğru biçimi Princes Street, yani Prensler Sokağı. Kral 3. George’un oğullarından ismini alıyor. O yüzden dikkat edin, Prince’s Street (prensin sokağı), Princes’ Street (prenslerin sokağı) veya Princess Street (prenses sokağı) değil. Özellikle sonuncu biçimde söylerseniz İskoçlar biraz dalga geçebiliyor. Biz ise yolculuğumuza tarihi Royal Mile’dan başlayacağız ve zor isimli bu modern caddeye sonra geleceğiz. Eğer Edinburgh’u ziyaret edecekseniz, Edinburgh Gezi Rehberimizi de okuyup şehir hakkında daha fazla fikir sahibi olabilirsiniz.
Britanya kraliyet ailesini biz hep İngiliz olarak görsek de aslında İskoçlar da bir o kadar sahipleniyorlar. Zaten her yerde yan yana duran aslan ve tek boynuzlu at göreceksiniz, bunlardan aslan İngiltere’nin, tek boynuzlu at da İskoçya’nın simgesi ve iki ülkenin birlikteliğini simgeliyorlar. Yeri gelmişken not düşeyim, Büyük Britanya’nın diğer parçalarından Galler’in simgesi Ejderha iken İrlanda’nın simgesi ise diğerlerinden farklı biçimde bir müzik aleti: Arp.
İngiltere ile İskoçya’nın birleşmesinin dört yüz yıllık bir geçmişi var. Ünlü İngiltere Kraliçesi 1. Elizabeth hiçbir erkek akrabası olmadan vefat edince taht, uzaktan kuzeni olan İskoçya Kralı James’e geçiyor ve böylece aslan ile tek boynuzlu at yan yana geliyor, iki ülkenin bayrakları birleşip Union Jack denen günümüzdeki versiyona dönüşüyor ve Birleşik Krallık kuruluyor. İki ülke de Londra’daki parlamento ve saraydan yönetilseler de hukuk sistemleri ve kiliseleri ayrı tutuluyor, bugün de halen öyle.
Edinburgh’daki kraliyet izlerini de Royal Mile boyunca yürüyerek görebiliyorsunuz. Burası Edinburgh’un turistik caddesi olduğundan her yer ufak tefek anı ve hediyelik eşya satan dükkanlarla dolu, aralarda da cafe ve publar mevcut. Ben iki tane türk restoranı da gördüm.
Royal Mile’ın bir ucunda Holyrood Sarayı ve Kilisesi bulunuyor. Bazen Holyroodhouse olarak da yazılıyor. Kraliyet Hanedanı İskoçya’ya geldiğinde bu sarayda konaklıyor. Saray boşken bazı kısımları 10 Sterlin karşılığı gezilebiliyor (öğrenci 6.50 Sterlin), geziye Kraliçe’nin Sanat Galerisi de dahil. Her sabah dokuz buçukta açılan kapılar Nisan’dan Ekim’e dek altıda, Kasım’dan Mart’a dek dört buçukta kapanıyor. Kraliyet Yolu’nun diğer ucunda ise Edinburgh Kalesi yer alıyor. Zaten bu ikisi arasında yürürseniz tarihi Edinburgh’un tamamını görmüş oluyorsunuz. Ben de sarayın arkasındaki parktan başlayarak kaleye doğru sırasıyla yazıyorum, ardından Edinburgh’daki diğer görülesi yerlere uğrayarak Yeni Şehir kısmındaki ana cadde olan Princes Street’i kullanarak saraya döneceğiz ve South Bridge’den Rosslyn Şapeli için otobüse bineceğiz:
Aynı isimli sarayın arkası boyunca uzanan geniş ve yemyeşil bir arazi olan bu park, Britanya’daki çoğu diğer park gibi aslında Kraliyet Hanedanı için yapılmış ama şimdi halkın kullanımına sunulmuş durumda. Parkı yaptıran kişi ise iki ülkeyi birleştiren Kral James. Park sınırları içinde bulunan Arthur’s Seat (Arthur’un Koltuğu) ise adını Kral Arthur’dan alan bir tepe. Eskiden volkanik olsa da artık sönmüş tabii, çok yüksek olmadığından yürüyerek tırmanmak ve çevreyi doya doya seyretmek mümkün. Ayrıca parkta üç loch yani göl de bulunuyor.
Parkın diğer yanında, kent merkezinden beş kilometre uzaklıkta bulunan Craigmillar Kalesi de yedi asırlık bir geçmişe sahip. Zamanı olanların uğramasını öneririm. Parkın doğu köşesinde kalan Duddingston Köyü ise 1124 yılından beri ayakta duran eski bir yerleşim ve otantik bir ortamı var.
Holyrood Sarayı’nın karşısında bulunan bu parlamento epey modern bir bina. Yapılışı sırasında çıkan astronomik masraf ve Royal Mile’ın tarihi dokusuyla hiç uyuşmaması nedeniyle İskoçlar tarafından pek de sevilmiyor. İsterseniz parlamento görüşmelerini bile izleyebiliyorsunuz (ücretsiz) ama sıkılacağınız kesin! İçinde ücretsiz olarak gezilebilen bir sergi de bulunuyor.
Royal Mile üzerinde yer alan sade bir binada bulunuyor ve tabelası kolaylıkla gözden kaçabiliyor. Edinburgh’un kültürel tarihine adanmış ufak, hoş bir müze. Girişlerin ücretsiz olması sayesinde yol üzerinde bir uğramanızda hiçbir sakınca yok, gördükleriniz yanınıza kar kalıyor! Her gün 10:00 ile 17:00 arası açık. Hemen karşısındaki Peoples’ Story Müzesi, yani Halkın Hikayesi de son iki yüzyılın toplumsal hayatından gündelik eşyalarla kent yaşamına ayna tutuyor. O da ücretsiz ve aynı saatlerde açık. Katedrale varmadan önce yanından geçeceğiniz Çocukluk Müzesi (Museum uf Childhood) da aynı şekilde ücretsiz ve 10:00 ile 17:00 arası açık. İçeride çok sayıda oyuncak sergileniyor. Özellikle çocuğuyla gezenler veya kendi çocukluğunu özleyen nostalji meraklıları için uygun bir durak.
Avrupa’nın her kenti gibi Edinburgh’un de bir katedrali var tabii. St Giles ise Edinburgh’un koruyucu azizi. İskoçya kökenli bir Protestan mezhebi olan Presbiteryenlerin ana merkezi bu katedral (biz hepsine genel olarak Protestan deyip geçsek de aslında aralarında Metodist, Baptist, Presbiteryen gibi birçok mezhebe ayrılıyorlar). Ayrıca İskoçya’nın en önemli Şövalye Birliği olan Devedikeni Tarikatı’nın şapeli de bu binanın içerisinde yer alıyor. 1243 yılında inşa edilen yapının en dikkat çekici yanı arası boş kemerlerden oluşan ilginç kulesi. Değişik yapısı ile uzaktan kolayca fark ediliyor (ama fotoğraflarda net çıkması için epey uğraşmanız gerekiyor). Hemen arkasında krallıkların birleşmesinden önce İskoçya’da 1639 ile 1707 yılları arasında kullanılan Eski Parlamento Salonu yer alıyor.
Katedralin az ilerisinde yer alan Starbucks’un önünde toplanmış insan grupları görebilirsiniz. Burada Edinburghlu gençler, genellikle de öğrenciler, “ücretsiz” yürüyüş turları düzenliyorlar ve topladıkları bahşişlerle harçlıklarını çıkarıyorlar. Eğer isterseniz birkaç sterlini gözden çıkarıp katılabilirsiniz.
Dört asırlık bu bina o çağın mobilyalarıyla döşenmiş haliyle korunmuş. Tavanındaki resimler ise bana İtalya’daki Rönesans dönemi saray ve villalarını anımsattı. Zaten Edinburgh, 17. yüzyıla denk gelen Aydınlanma Çağı’nın en hararetli yaşandığı yerlerin başında geliyor; John Locke ve David Hume gibi isimlerin burada bulunması tesadüf değil. Rönesansı epey bir geç yakalamış olsalar da sonradan Orta Çağ İtalyası ve Antik Yunan kültürüne epey özenmişler. Bu yüzden Edinburgh’e “Kuzeyin Atinası” da deniyor.
Eski İskoç edebiyatının önde gelen üç ismi olan Robert Burns, Walter Scott ve Robert Louis Stevenson’a ait el yazmaları, çalışma masaları, kullandıkları kalemler gibi çeşitli nesnelerin sergilendiği bu müze hemen katedralin ilerisindeki bir ara sokakta yer alıyor. Küçük bir müze ama giriş ücretsiz olduğundan uğranabilir. Her gün 10:00 ile 17:00 arası açık.
150 yaşındaki bu yapı, tepeden topladığı ışığı karanlık bir odaya odaklayarak durduğunuz yerden tüm Edinburgh’u görmenizi sağlıyor. Ayrıca optik illüzyonların sergilendiği bir salon da var. Ben şehri yürüyerek gezmeyi yeğleyenlerdenim ama çok sayıda turist buraya uğradığından listeye eklemek istedim.
Edinburgh’teki en eski yerleşim yeri olan bu mahalle bir dönem pazar yeri olarak da kullanılmış, burada satılan büyükbaş hayvanlardan dolayı da günümüzdeki ismini almış. Burada insan yerleşimi gerçekten çok eski, 4 bin yıl geriye dayanan bronz aletler bulunmuş. Edinburgh’un her zaman fakir kesimini oluşturan mahallede zaman zaman halk isyanları da yaşanmış. Günümüzde ise turistik olarak değerlendiriliyor. Burada bulunan Maggie Dickson Pub tarihi bir mekan, nam-ı diğer Half-Hangit Maggie tarafından açılmış ve bir süre işletilmiş. İki asır evvel, yeni doğmuş bebeğini öldürdüğü için asılan Maggie’nin daha sonra mezarından çıktığı ve kırk yıl daha yaşayıp bu barı işlettiği söyleniyor ama turist çekmek için öner sürdükleri bir şey olduğunu anlamak zor değil tabii. Dar ve kaotik sokaklarıyla geceleri tehlikeli olabilir, özellikle publardan çıkan zil zurna sarhoşları da hesaba katarsanız. Gündüz gezmenizi öneririm.
Tarih öncesi çağlardan günümüze dek İskoçya’yı anlatan dört binden fazla esere ev sahipliği yapan bu müzede birçok farklı sergi salonu bulunuyor. İster tarihe, ister bilime, ister sanata odaklanabilirsiniz. Kraliyet Müzesi (Royal Museum) da içinde yer alıyor. Her gün 10:00 – 17:00 arası açık ve ücretsiz olarak gezebiliyorsunuz. Salı günleri ise akşam sekize dek dolaşabilirsiniz. St Gİles Katedrali’nin iki arka sokağında, Greyfriars’ın karşısında bulunuyor.
1000 yıldır kullanılan bu kale halan muharebeye hazır görünüyor. İçindeki binalar ise bir şato havası katıyor. Bence en caydırıcı yönü konumu: Tepenin kenarında Edinburgh’a girip çıkan yolları dikkatle seyrediyor adeta. Zaten tepesinde toplar da burçların üzerinde ateşe hazır gibi bekliyor. İçinde yer alan St Margaret Şapeli de tarihi bir ibadethane, tüm Edinburgh’taki en eski bina unvanını taşıyor. İskoç Kraliyet Mücevherleri de kalede sergileniyor. Ayrıca en eski top olduğu düşünülen Mons Meg’i de görebilirsiniz.
Her gün ziyaret edilebilen kalenin kapıları sabah dokuz buçukta açılıyor. Akşamları ise Nisan’dan Ekim’e dek altıda, Kasım’dan Mart’a dek beşte kapanıyor. Giriş ücreti ne yazık ki 16.50 Sterlin gibi dudak uçuklatıcı bir rakam. Öğrencilere ise 12 Sterlin. Kalenin içinde yer alan Ulusal Savaş Müzesi’ni de bu biletle gezebiliyorsunuz (yine de çok pahalı!). Son bir not: Her gün saat birde kalede top patlatılarak Edinburghlulara saat haber veriliyor, denk gelirseniz şaşırmayın.
İskoçya’nın sanat eserlerinin önemli bir kısmına ev sahipliği yapıyor. Sütunlu ve heykelli, çok şık bir binası var. Waverley İstasyonunun arkasında, Princes Street Gardens adlı parkın yanında yer alıyor. Eğer şansınız yaver gider de hoş bir havaya denk gelirseniz bu park da dinlenmek için iyi bir nokta. Bir diğer resim galerisi olan The Scottish National Portrait Gallery ise tamamen portrelere adanmış durumda ve konuya özellikle ilgi duymuyorsanız sıkılmanız mümkün. İkisi de her gün 10:00 ile 17:00 arasında açık ve girişler ücretsiz. Portre galerisine gitmek için Scott Anıtı’nın karşısındaki St David sokağına girin ve karşınıza Queen Street Gardens parkı çıkıp da sokak bitince sağa dönün, hemen orada.
İskoçya’nın tarihinden ürkütücü hikayelerin gösteri olarak sergilendiği bir mekan. Benim pek ilgimi çekmedi ama meraklıları hoşlanabilir. Sonradan Simon Pegg’in başrolünde yer aldığı bir filmi de çekilen iki asır öncesinin seri katilleri Burke ve Hare ikilisinin anlatıldığı şov en beğenilen program. William Wallace’u buraya nasıl koyduklarını ise pek anlayamadım. Hemen Waverley İstasyonu’nun yanında yer alıyor. Edinburgh’un ana tren istasyonu olan Eaverley tarihi ve geniş bir bina. Birbirine paralel tepeler üzerine kurulmuş olan Eski Şehir ile Yeni Şehir’in arasındaki vadide bulunuyor. Raylar ve gelip giden trenler illa ki dikkatinizi çekecektir. Hemen karşısında yer alan City Art Centre bence çok daha güzel bir yer. Bu ücretsiz müze her gün saat on ile beş arasında açık ve Edinburghlu sanatçıların eserlerini sergiliyor. Zindana kıyasla epey de sakin!
İsmi bire bir olarak “Çayırlar” anlamına gelen bu geniş park, tarihi binalardan yorulanlara güzel bir havada dinlenme imkanı sunuyor. İşin en zor yanı İskoçya’da güzel bir havaya denk gelmek diyebilirim, ben Ağustos’un ortasında bir hafta kaldım ve altı gün boyunca yağmur yağdı. Yeni Şehir kısmında kalıyor.
İskoçya’nın en sevilen yazarı olan Walter Scott, biraz da İskoçların milli duygularını pohpohlayacak cinsten tarihi romanlar kaleme almıştır. Dünya çapındaki ünü Arthur Conan Doyle ve Robert Louis Stevenson’a kıyasla çok daha geride kalsa da burada el üstünde tutuluyor. Bu devasa anıt-kule de 1846 yılında onun anısına yapılmış (Sir Walter Scott’un ölüm tarihi 1832). 70 metrelik tepesine merdivenle çıkıp Edinburgh’u seyredebiliyorsunuz. Nisan’dan Eylül’e dek Pazar günleri 10:00 – 18:00, diğer günler 09:00 – 18:00; Ekim’den Mart’a dek Pazar günleri 10:00 – 15:00, diğer günler 09:00 – 15:00 saatlerinde açık. Ücret ise 5 Sterlin. Yeni Şehir tarafında yer alıyor. Uzaktan kolayca görebileceğiniz, hatta şehri gezerken mihmandar olarak kullanabileceğini bir yapı.
Avrupalı turistler nedense Britanya’daki kabristanları gezmeyi pek seviyorlar. Benim hiçbir zaman ısınamadığım bir fikir, dolayısıyla önemli filozoflardan David Hume’un ebedi istirahatgahine ev sahipliği yapsa da buraya gitmedim. İsteyenler için yeri Scott Anıtı’na sırtınızı verip Waverley İstasyonu’nu sağınıza aldığınızda caddenin sonunda kalıyor. Holyrood Sarayı’na da yakın.
Hemen Old Calton Mezarlığı’nın arkasında kalan bu tepe, güzel manzarası nedeniyle Edinburghluların yürüyüş yapmak için tercih ettiği bir numaralı yer. Ayrıca birçok tarihi esere de ev sahipliği yapıyor. Örneğin Edinburgh’s Folly yani Edinburgh’un Hatası, iki asır evvel Atina’daki Parthenon örnek alınarak inşa edilmiş. Nelson’s Tower ise Britanya’nın ulusal kahramanlarından Amiral Nelson’un anısına yapılmış bir kule. Her yıl 30 Nisan’da burada Beltane Ateş Festivali düzenleniyor. Kelt döneminden kalma bir pagan töreni olan bu festivalde baharın gelişi sabaha kadar danslarla kutlanıyor ve gün ağarırken Holyrood Park içindeki Arthur’un Koltuğu’na gidip sabah çiyi ile herkes yüzünü yıkıyor.
Dan Brown’un Da Vinci Şifresi adlı romanından sonra iyiden iyiye meşhur olan Rosslyn Şapeli, Edinburgh’un biraz dışında bulunuyor ama şehir merkezindeki South Bridge caddesi üzerindeki duraklarda şu Britanya’nın meşhur çift katlı kırmızı otobüslerinden 37 nolu olanına binip 45 dakikalık bir yolculukla çevrenizi seyrede seyrede gidebiliyorsunuz. Dönüş için de aynı otobüsü kullanacaksınız. Yalnız şöyle bir sorun yaşadım, sizin de aklınızda bulunsun, sadece bozuk para ile bilet ücretini ödeyebiliyorsunuz ve para üstü vermiyorlar. Yanınızda bozukluk taşıyın da benim gibi bozduracak bakkal aramak zorunda kalmayın.
Dan Brown şapeli çok daha eski olan Tapınak Şövalyelerine bağlasa da aslında Rosslyn Şapeli’nin inşaatına 1446 yılında başlanmış. Aslında daha büyük bir kilise yapılacakmış ama masrafı karşılayan William St Clair vefat edince kalan kısım inşa edilmemiş. Şapel ufak, şirin bir yapı ama içi gerçekten muazzam; adeta bir heykel müzesi. Her yerde ilginç işlemeler mevcut. Bunlardan en ünlüsü ise yan yana bulunan “Usta Sütunu” ile “Çırak Sütunu”. Rivayete göre çırak gördüğü bir rüyadan sonra ustasına haber vermeden bu muhteşem sütunu kendi başına işlemiş, ustası da bu eseri görünce kıskançlıktan cinnet geçirip çırağı öldürmüş. Gerçekten de Çırak Sütunu, Usta Sütunu’ndan çok daha güzel. İşlemelerde gizli diğer ilginç öğeleri keşfetmeyi ise size bırakıyorum (yine de dayanamayıp birkaç tüyo vereyim: Ağzından sarmaşıklar fışkıran “Yeşil adam”, aşıkların sırt çevirdiği şeytan, gayda çalan melek bunlardan bazıları).
Giriş öğrenci için 7 Sterlin, tam bilet 9 Sterlin. Yıl boyunca her gün açık. Haziran’dan Ağustos’a dek Pazar günü 12:00 – 16:45, diğer günler 09:30 – 18:00; diğer aylarda ise Pazar günü aynı saatlerde, diğer günler 09:30 – 17:00 arası açık. İçeride fotoğraf ve video çekmek ne yazık ki yasak (küçük ve epey kalabalık oluyor, o sıkışıklığa bir de fotoğraf için poz verenlerin eklenmesi mümkün değil) ama şapelin dışında istediğiniz kadar çekim yapabiliyorsunuz. Tabii yağışlı havada çok keyifli olmuyor!
Deniz kıyısındaki Leith bölgesinde yer alıyor. Gitmek biraz zaman alıyor, ancak vaktiniz kalırsa uğranabilir. Artık emekliye ayrılmış bu geminin içinde Kraliyet Hanedanı’na dünyanın dört bir yanından gönderilen hediyeler sergileniyor. Oldukça pahalı olduğunu da belirteyim, giriş için 10 Sterlin ödemeniz gerekiyor, öğrenci 8.75 Sterlin. Ziyaret saatleri de oldukça karışık: Temmuzda 09:30 – 17:30, Ağustos’ta 09:30 – 18:00, Nisan’dan Haziran’a dek 10:00 – 17:30 ve kalan zamanlarda 10:00 – 17:00. Kendine güvenenler için gitmenin en güzel yolu Edinburgh’dan başlayan Water of Leith Walkway adlı yürüyüş yolunu kullanarak dere boyunca keyifli bir gezi yapmak. Diğer seçenek ise otobüse binmek: 11, 16 ve 22 nolu otobüsler ile on beş dakikada varıyorsunuz.
Oldukça geniş bu botanik bahçesinde etkileyici bir koleksiyon mevcut. Giriş ücretsiz ama tropik bitkilerin yer aldığı seralara giriş için 3.50 Sterlini gözden çıkarmanız gerekiyor (öğrenci 3 sterlin). Yağmur altında pek anlaşılmıyor ama güneşe denk gelirseniz bahçede çiçeklerin ıtırı arasında gezinme fırsatını değerlendirin derim. Her gün kapılar saat onda açılıyor ve Nisan’dan Eylül’e dek yedide, diğer tarihlerde dörtte kapanıyor. Yeni Şehir tarafında biraz uzakta kalıyor, 23 veya 27 nolu otobüslerle on beş dakikada gidebilirsiniz.
Edinburgh’u gezerken yorulmuştum, yazarken yine yoruldum. Beklediğimden çok daha fazla gezilecek yer barındırıyordu, umarım bu yazıdan sonra siz daha hazırlıklı olursunuz. Önceden iyice dinlenin, sağlam bir kahvaltı edin, rahat ayakkabılar giyin. Eğer gezmeye doymazsanız şu iki yere de göz atabilirsiniz.
Yürüyüş sevenler Corstorphine Tepesi’nin ormanında trekking yapmaktan da hoşlanabilirler. Doğal Yaşam Rezervi olduğundan çok iyi korunmuş bir yer.
Lauriston Şatosu (Lauriston Castle diye geçiyor ama kale diye anacağım bir yer değil) ilk olarak 16. Yüzyılda inşa edilmiş bir ev olan Lauriston, zaman içerisinde genişletilerek şimdiki şato benzeri halini almış. Tarihi yapısını korumuş durumda ve hoş bir bahçesi var. Sabah dokuzdan gün batımına dek gezilebiliyor. Giriş 5 Euro, Cuma günleri kapalı. Kasım ile Mart arasında ise sadece hafta sonu açık. 16, 29, 37 veya 41 nolu otobüslerle kırk dakikalık bir yolculuk sonunda ulaşılıyor. Şatonun hemen arkasında, deniz kenarında uzanan bölgenin adı ise Cramond. Eskiden burada hoş bir balıkçı köyü bulunurmuş, şimdi Edinburgh ile birleşmiş. Ayrıca Antik Roma İmparatorluğu’nun kısa süren İskoçya macerasında da buraya bir kale yapıldığı biliniyor, böylece akarsu ile denizin kesişim yerini kontrol altında tutmak istemişler. İskoçya Ulusal Müzesi’nde sergilenen etkileyici aslan heykeli de burada bulunmuş, ayrıca alanda insan yerleşiminin geçmişi MÖ 8500’e dek gidiyor ve Edinburgh’dan bile daha eski.
Böylece Edinburgh’u köşe bucak gezdik ama daha İskoçya’da keşfedecek çok yer var! Sonraki yazılarımda görüşmek üzere…