Puro ve romun, Fidel ve Che’nin, dansın ve denizin ülkesi Küba ambargonun gevşemesiyle birlikte turistik rotalar arasında her geçen sene daha da popüler hale geliyor. Eskiden Batı Hint Adaları (West Indies) olarak adlandırılan ve korsanlarıyla meşhur olan Karayip Adaları arasından en büyüğü olan Küba, tarih boyunca her zaman için önemli bir yer olmuş.
Kristof Kolomb’un ilk ayak bastığı yerin burası olduğu ve çevreyi keşfetmek için karargahını da burada kurduğu düşünülüyor. Tabii bu durum adada yaşayan yerli halk için felaket olmuş. Savaş nedir bilmeyen, Kolomb’u dostça karşılayıp hediyeler sunan bu insanlar artık tamamen yok olmuş durumda ve Küba halkını İspanyol göçmenler ile onların Afrika’da zorla getirdiği kölelerin torunları oluşturuyor. Daha sonra korsanlar arasında romuyla ünlenen Küba, ardından Havana purosunun ünlenmesiyle tüm dünyada bilinir hale gelmiş. Hala batıda puro sözcüğü yerine “cuban” yani Kübalı tanımı kullanılıyor.
Komünist devrimden önce Amerikalı zenginlerin çok sevdiği bir yer olan Küba gece kulüpleri, dans ve müziğiyle de epey ünlenmiş (örneğin ünlü şarkıcı Pitbull devrimden sonra Amerika’ya göçen Kübalı bir ailenin çocuğu ve müziğinde bunun etkilerini görmek mümkün). Zaten Florida’ya sadece bir saat uzaklıkta yer alıyor.
Devrimin ardından Küba bu hareketin etkisiyle bütün dünyada sol görüşe sempati duyanlar arasında hayran toplamış, Che tişörtleri hala her yerde satılıyor. Ayrıca son zamanlarda tıp alanında da çok ilerlemiş durumdalar. Bu yazımda siz gezginler için Küba hakkında her şeyi anlatacağım.
En tatsız kısımla başlıyorum: Küba’ya gitmeden önce bordo pasaport sahibi olan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının ne yazık ki vize alması gerekiyor. Yeşil pasaportu olanlar ise vizeye gerek duymadan doğrudan yola çıkabiliyorlar.
Küba vizesi standart olarak altı aylık veriliyor ama bu süre içerisinde sadece bir kez giriş çıkış yapma ve otuz gün boyunca kalma hakkınız var. Vize başvurunuzu internet üzerinden yapıyorsunuz, ayrıca Ankara’da yer alan Küba Büyükelçiliği’ne şahsen başvurmak da mümkün. Size bir turist kartı veriyorlar, bunu girişte ve çıkışta damgalıyorlar, sonra bir daha kullanamıyorsunuz. Damgayı özellikle pasaportunuza vurmuyorlar ki ileride ABD’ye giriş yapmakta sorun yaşamayın.
Başvurunuz birkaç günde sonuçlanıyor ve size kargo ile postalanıyor. Seyahate çıkmadan on güne evvel vizeye başvurmanızın yeterli olacağını söylüyorlar. Turizmin ekonomilerine katkısı büyük olduğundan pek sorun çıkartmıyorlar, başvurusu reddedilen kimseyi duymadım henüz. Şahsen gitmeden online başvuru ile vize almak da kolaylık. Vize için istenen evraklar da diğer yerlere göre daha az, örneğin banka dökümlerine, bordro veya öğrenci belgesine, otel rezervasyonuna gerek yok. Öncelikle online olarak şuradaki başvuru formunu dolduruyorsunuz (https://www.vizemerkezi.com/kuba/vize-islemleri/). Ardından 150 Türk Lirası olan başvuru ücretini yatırıyorsunuz ve sadece şu evrakları ekliyorsunuz:
Kış mevsimini hiç, hiç, hiç ama hiç sevmeyen biri olarak ben şahsen Küba’nın iklimine bayıldım. Burada kış diye bir şey yok! Kar sadece filmlerde ve fotoğraflarda olan bir şey. Mont yok, palto yok, çizme yok, bot yok; eldiven, bere, atkı yok yani kısacası üşümek yok! İnsanlar yıl boyu sadece bir penye tişört, bir şort ve sandalet giyiyorlar ki bence insan için ideal giyim de bu zaten.
Tropikal iklime sahip olan Küba’da sıcaklık ortalaması yıl boyunca 20 derecenin altına inmiyor, 30 derecenin üstüne çıkmıyor. Muhtemelen gün boyunca sıcaklığın yüksek olmasının etkisiyle buharlaşan suyun yağmur olarak geri dönmesi sonucu her akşamüzeri yağmur çiseliyor ama damlalar neredeyse ılık ve rahatsız etmek şöyle dursun keyifli bile oluyor. Çok hassas olanlar yanına şemsiye ve yağmurluk almak isteyebilir ama şart değil. Şemsiyeyi daha çok güneşten korunmak için kullanabilirsiniz.
Küba’nın en büyük sorunu kasırgalar. Zaten bu yüzden neredeyse hiçbir evin penceresinde cam yok, sadece ahşap kepenkler var. İnsan ilk gördüğünde yoksulluktan böyle sanıyor ama aslında sebep güvenlik, çünkü kasırga sırasında cam kırılması ciddi bir yaralanma riski yaratıyor. Gidiş zamanını da kasırga sezonuna göre ayarlamak gerekiyor. Ben Ağustos ayında gitme hatasında bulundum ve kasırgaya yakalandım, pek hoş bir şey değil. Kasırga sezonu Temmuz sonuna doğru başlıyor ve Ekim’de bitiyor. Gitmek için en güvenli zaman Kasım ile Nisan arası olarak görülüyor. Örneğin sömestr tatilinde, yani Ocak sonu ve Şubat başı, biz Türkiye’de üşürken Küba’ya gidip sıcak havada gezmek ve denize girmek iyi bir fikir gibi duruyor. Keşke ben de öyle yapsaydım.
Yukarıda anlattığım iklim dolayısıyla ne zaman giderseniz gidin valizinizi hazırlarken yazlık giysilerinizi koyun. Kolay üşüyenlerdenseniz belki ince bir gömlek ve pantolon da konabilir ama şart değil. Açık ayakkabı en iyisi ama ince ve nefes alan bir kapalı ayakkabı da tercih edilebilir. Güneş kremi, güneş gözlüğü ve şapka götürmeyi sakın ihmal etmeyin. Elbette yanınızda her zaman mayo bulunsun, Küba bir ada ve okyanusa dalmayı canınızın ne zaman çekeceği hiç belli olmaz!
Küba çift para birimi uygulamasına sahip olan ilginç bir ülke. Halk ayrı bir para birimi kullanıyor, turistler ayrı bir para birimi kullanıyor. İkisinin de resmi adı peso ama ikincisi CUC diye geçiyor ve “kuk” diye okunuyor. Tipleri farklı. Zaten siz sadece ikinciyi alıp kullanabiliyorsunuz, ilkini muhtemelen görmeyeceksiniz bile. Değeri her zaman bir ABD Doları’na denk olacak biçimde endekslenen CUC’un Küba içindeki değeri ise 25 peso olarak sabitlenmiş. Yani halk için her şey epey ucuz, siz ise turistik fiyattan ödemiş oluyorsunuz ama yine de her şeyin fiyatı uygun (özellikle de puro ve romun!).
CUC alırken dikkat edilecek en önemli nokta şu ki ABD Doları ödeyerek satın almak isterseniz %10 ek ücret ödemeniz gerekiyor, yani değeri 10 Dolar’a denk gelen 10 CUC’u 11 Dolar’a satın alıyorsunuz, o yüzden hiç tavsiye etmem. Ülkemizden giderken en iyisi Euro götürmek. Orada CADECA isimli ofislerden Euro ile CUC alıyorsunuz. Az az alıp harcamanızı öneririm ki alış ile satış arasındaki farktan dolayı zarar etmeyin. Ben bu satırları yazarken 1 Euro = 1.168 CUC. Alışveriş sırasında da buna göre cebinizden çıkan miktarı hesaplayabilirsiniz veya aynı rakamı ABD Doları olarak düşünebilirsiniz.
Para birimi gibi birden fazla elektrik sistemine sahip olan ülkede bazı prizler bizimkinin aynısı olsa da bazıları farklı, üstelik prizlerin bir kısmı 110 Volt, diğerleri ise 220 Volt. Bu nedenle herhangi bir sorun yaşamamak adına size voltaj koruyuculu bir adaptör götürmenizi öneririm. Özellikle sık gezenlere tavsiyem her tipten ucu barındıran evrensel adaptörlerden almaları, onu valizinizden eksik etmediğiniz sürece her ülkede rahat ediyorsunuz.
Küba’nın uluslararası havalimanı olan Havana Jose Marti Havalimanı’na İstanbul’dan kalkan uçaklar ile genelde bir aktarma yaparak gidiliyor. En uygun uçak biletini bulmak için obilet.com üzerinden uçuşları inceleyebilirsiniz. Aktarma çoğunlukla Fransa’da yapılıyor, benimki öyleydi. Havalimanı’nın ismi ise Küba’nın en ünlü şairinden geliyor. Bir yazar olarak edebiyatçılara değer verilmesini takdir ettim!
Havaalanından Havana’ya ulaşmak için ya taksi kullanacaksınız ya da otobüse bineceksiniz. Küba’da taksiler devlet tarafından işletildiğinden fiyat sabit, havaalanından Havana’ya 25 CUC tutuyor, yani 20 Euro ve bu pek de ucuz sayılmaz. Otobüs ise sadece 50 cent ama bavulunuza dikkat etmeniz öneriliyor, geçmişte bazı sorunlar yaşanmış.
Havana’da gezerken de ya otobüs kullanacaksınız, ya taksiye bineceksiniz, ya da yürüyeceksiniz. Eğer gideceğiniz yer yakınsa en iyi seçenek elbette üçüncüsü ama kaybolma riskine karşı dikkatli olun. Otobüsler ise oldukça eski ve fazlasıyla sıkışık, rahat etmeniz pek mümkün değil. İspanyolca bilmiyorsanız anlaşmanız da pek kolay değil. Tek iyi yanı gerçekten ucuz olmaları. Taksi ise paraya kıyabilenler için kesinlikle en iyi seçenek. Küba’da 1950’lerden kalan muhteşem arabaların hala kullanımda olduğu malumunuz. Zaten Küba’yı anlatan her fotoğrafta ve filmde mutlaka yer alırlar. Ferhan Şensoy’un burada çektiği Şans Kapıyı Kırınca adlı filmde de yer bulmuşlardır. Daha ucuz olan bazı taksiler o güzel eski arabalar değil de daha yeni, ufak ve hafif arabalar olduğundan antikalara binme keyfini yaşayamıyorsunuz ama her türlü gezerken bol bol göreceksiniz.
Küba’nın diğer kentlerine ulaşım da Havana üzerinden sağlanıyor. Bunun için en pratik yöntem günübirlik turlar almak. Bunlardan Küba’da Görülecek Yerler kısmında detaylı olarak bahsedeceğim. Bir ada ülkesi olduğundan her yere otobüsle günübirlik olarak gidip görmek ve Havana’ya dönmek mümkün oluyor. Onun dışında kendi başınıza ulaşım sağlamakta zorlanabilirsiniz çünkü turizm tam anlamıyla oturmuş değil. Tabii İspanyolca konuşabiliyorsanız işiniz daha kolay olacaktır.
Yukarıda da bahsettiğim gibi Küba’da ideal olan Havana’da konaklamak. Böylece hem bu güzel şehri doyasıya gezebilirsiniz hem de diğer kentlere günübirlik turlar yapabilirsiniz. Ben gezimin ilk yarısında Hotel Habana Libre’de konakladım. Devrimin öncesinde Hilton olan bu otel sonradan bir süre için devrim ordusu tarafından karargah olarak kullanılmış. Şimdi ise otel olarak işletiliyor ve hem rahat hem de Malecon’a beş dakikada yürüyebildiğinizden konumu gayet iyi. Açık büfe kahvaltı oda fiyatına dahil olduğundan güne dolu bir mideyle başlayabiliyorsunuz. Ayrıca otelin içindeki restoran da Küba’da karnınızı doyurabileceğiniz iyi adreslerden biri.
Okyanusun içine uzanan incecik bir burun olan Varadero’da tatil köyleri de mevcut, ince kumdan geniş bir sahilleri var ve şezlongunuzda oturarak dalgalarda zıplayan yunusları gözleyebiliyorsunuz. Aslında denizden pek bir farkı yok ama okyanusta yüzmek kulağa hoş geliyor tabii.
Dolayısıyla benim yaptığımı yapıp siz de tatilinizin yarısını Havana’da, yarısını Varadero’da bir tatil köyünde geçirebilirsiniz. Tatil köyüne giderken tek şansınız taksi kullanmak olacak. Santiago başta olmak üzere Küba’nın geri kalan yerlerini gezmek için günübirlik turlara tatil köyünden katılmak da mümkün. Genelde broşürleri oluyor zaten, yoksa da resepsiyona sorun mutlaka yardımcı olurlar.
Havana Küba’nın sadece resmi başkenti olmakla kalmıyor, adada hayatın merkezini oluşturuyor. Görülecek birçok yer de burada bulunuyor. Tabii Havana’nın kendisi başlı başına bir anıt halinde denebilir. Her yerde Fidel ve Che’nin resimlerinin bulunduğu, insanların yetmiş yıllık arabalarla gezdiği, Atatürk ve Don Kişot heykellerinin sokaklarla parkları süslediği, başlı başına ilginç bir şehir. Dolayısıyla yapılacak en güzel şey de sokaklarda oradan oraya yürümek ve bu farklı yaşam biçimini gözlemlemek bence. Ayrıca John Lennon’a adanmış bir park da bulunuyor ve burada heykeli yer alıyor.
Havana’nın tarihi dokusu ise en yoğun biçimde eski şehir merkezi olan La Habana Vieja yani Eski Havana’da görülüyor. Şehrin ana meydanı olan Plaza de la Revolucion yani Devrim Meydanı ise kentin ana caddesi olan Prado üzerinde yer alıyor ve turist kafileleriyle dolu. Burada havaalanına adını veren Jose Marti’nin dev bir heykeli de yer alıyor.
Devrim Meydanı’nın iki yanında görülecek iki yer bulunuyor: Capitolio Nacional ve Museu de la Revolucion yani Devrim Müzesi. Bunlardan ilkinin en göze çarpan özelliği ABD meclis binasına çok benzemesi. Kavgalı iki ülkenin sahip olduğu bu mimari benzerlik garip bir ironi sunuyor. Bina 1910 yılında, ada Amerikan Mandası altında yönetilirken yapılmış ve bir hayli gösterişli. Onunla tam bir tezat oluşturan Devrim Müzesi’nin içinde ise Küba tarihi Kolomb’un “keşfi”, İspanyol sömürgesi, Amerikan Mandası ve Devrim süreci şeklinde fotoğraflar, tarihi nesneler ve video sunumlarıyla anlatılıyor. Her gün 10:00 ile 17:00 arası gezilebilen müzenin giriş ücreti 5 CUC.
Okyanus kenarında yer alan Malecon ise oturmuş dalgalarını seyreden çiftlerle dolu. Burada her yaştan Kübalı aşık el ele tutuşmuş sevgilerinin ve manzaranın tadını çıkarıyor. Ayrıca Havana’da denize girebileceğiniz bir halk plajı da bulunuyor.
Malecon üzerinde, deniz kenarında bulunan Castillo de la Real Fuerza (Kraliyet Donanması Kalesi) isimli kale ise şimdi deniz müzesi olarak hizmet veriyor. Hem İspanyol donanması hem de korsan gemileri için önemli limanlara ev sahipliği yapan Küba’nın tarihi savaş gemileri ile iç içe ne de olsa. Müzede çok sayıda sergide gemiler hakkında detaylı bilgi veriliyor. 09:00 ile 18:30 arası açık. Devrime rağmen kalenin ismini değiştirmemeleri ise hem tarihe duydukları saygıyı, hem eski acıları unutmamaya dair kararlılıklarını gösteriyor.
Kaleden iç kısma doğru yürüyünce sadece birkaç dakikada ulaşacağınız Catedral de San Cristobal adındaki katedral ibaresine rağmen biraz ufak ve harap bir bina. Santiago ve Camagüey’deki katedraller buradan çok daha iyi korunmuş. En azından mimarisinin farklı olması ziyarete değer kılıyor. İki yandan dev kulelerin çıktığı genel katedral yapısının aksine sade bir ön yüzü var ve kuleler iki köşede ayrı biçimde duruyor. Gece yarısına dek gezilebiliyor. 1748 yılında yapılmış.
Katedralin karşısında yer alan Plaza de Armas (nam-ı diğer Plaza de Catedral) tarihi binalarla çevrili şık bir meydan. Dört asırlık bir geçmişi var. Şimdi ufak kafeler masa kurmuş. Oturup bir şey içerek serinlemek için ideal bir mola yeri. Burada değinmek isterim ki Küba’da ambargonun etkisi bir hayli gevşemiş durumda. Meksika üzerinden Coca Cola ve Heineken bira bile getiriyorlar. Tabii burada üretilen ve şeker kamışı suyu ile yapılan kendi kolaları bence daha hoş bir deneyim sunuyor. Ayrıca yine şeker kamışı eklenmiş, üzerinde korsan resmi olan farklı bir biraları da var. Otantik bir deneyim için yerel markaları tercih etmenizi öneririm.
Bunun dışında Havana’dan çok sayıda günübirlik tura katılmanız mümkün. Broşürleri kaldığınız otelden temin edebilirsiniz. Bu turların içinde bir puro fabrikası ve bir rom fabrikası neredeyse istisnasız olarak yer alıyor. Onun dışında da otobüs yolculuğu boyunca Küba’nın korunmuş doğasını seyretme şansınız oluyor. Siz sormadan ben söyleyeyim, hayır kadınlar puroyu bacaklarında sarmıyorlar. Zaten öyle bir durumda muhtemelen aşırı nikotinden zehirlenirler. Puro masaların üzerinde elle sarılıyor.
Havana’ya çok yakın olan bu iki şehir, günübirlik otobüs turlarının en popüler rotasını oluşturuyor. Benim de ilk katıldığım tur buydu. Pinar del Rio, puro üretimiyle ünlü bir bölge. İlk olarak buradaki bir puro fabrikasını geziyorsunuz. Tütün yapraklarını gösterip nasıl hazırlandığını anlatıyorlar. Çıkışta satın almanız da mümkün. Ayrıca ardından bir tütün tarlası da geziyorsunuz. İşin komiği Küba’da her yerde sigara ile mücadele tabelaları asılı çünkü burada çok ucuz olduğundan neredeyse herkes puro içiyor. Havana sokaklarında yürürken dudaklarının arasında Türkiye’de sadece kodamanların içebildiği heybette bir puroyu sıkıştırmış, bir elinde taze Hindistan cevizi içerisinde rom kokteyli ile sokakta dans eden üstü başı partal insanlara sıkça rastlayacaksınız zaten. İnsanlar genellikle neşeli, en ufak bir müzikte dans ediyorlar ve puro ile romun tadını çıkarıyorlar. Anlayacağınız Küba’da sağlık hizmetlerini geliştirmek için bu kadar uğraşmaları boşa değil. Neyse, tur sırasında rehber de bize tabelaları gösterip “Gördüğünüz gibi devlet bir yandan size puro satmaya, bir yandan da Kübalılara puro satmamaya uğraşıyor çünkü puro sağlığa zararlı ama Küba ekonomisine yararlı.” demişti.
Puro fabrikasından çıktıktan sonra da rom imalathanesine uğradık. Burada da romun tarihini anlatıyorlar, ardından farklı aromalarda ve farklı yıllanmışlık derecesine sahip romlardan tadıp satın alabiliyorsunuz. Sonrasında Vinales yoluna koyulduk. Arada muhteşem bir vadide durup çevreyi seyrettik, bir yandan da taze Hindistan cevizi içine yapılmış Pina Colada kokteylleri içtik ki gerçekten çok lezzetliydi. Yeme – içme kısmında daha detaylı bahsedeceğim.
Vinales’e ulaştığımızda ise biraz hayal kırıklığına uğradım diyebilirim. Fidel Castro’nun en sevdiği yer olarak bilinen Vinales’in doğası muhteşem olsa da turistler için hazırladıkları “eğlenceler” bana çok yapay göründü. Bunlardan ilki Mural de la Prehistoria yani Tarih Öncesi Duvar Resmi. Adına aldanmayın, tarihle falan bir alakası yok. Çıplak bir dağ yamacını gözüne kestiren Fidel Castro, orayı boyayarak dinozor ve mağara adamları çizilmesini istemiş. Gidip bu resmi görüyorsunuz.
Vinales’de duvar resminden sonra Cuevas del Indio yani Kızılderili Mağarası’na gittik. Bu mağaranın içinden akan dere üzerinde bir kayık ile yolculuk yapıyorsunuz. Ücret 5 CUC. Tanıtımında size doğal yolla oluşmuş sarkıtları göstereceklerini söylüyorlar, kimi balığa kimi şampanya şişesine benzetiliyor falan ama bana hepsi insan eliyle şekillendirilip belli aralıklarla görülecek biçimde mağara içine yerleştirilmiş gibi göründü. Mağara çıkışında taze şeker kamışını gözünüzün önünde sıkıp ister soda ister rom ile karıştırarak servis etmeleri ise bence tüm bu turist tuzağından çok daha güzeldi.
Benim katıldığım Vinales & Pinar del Rio turu bu kadar olduğundan sonrasında otele döndük. Dağcılık ile daha ciddi ilgilenenler ise Vinales bölgesinde yer alan Gran Caverna de Santo Tomas yani Aziz Tomas’ın Büyük Mağarası’na giden turlara katılabilirler. Yine Vinales bölgesinde yeşil tepelerde hiking yapmak da turistler arasında oldukça popüler bir aktivite.
Adanın en güneyinde yer alan Santiago de Cuba, ülkenin en büyük ikinci kenti. Üstelik devrim burada başladığından tarihlerinden ayrı bir öneme de sahip. Fidel Castro ve arkadaşları ilk olarak burada karaya çıkmış, karakolu basmış ve kendi yönetimlerini ilan etmişler. Sonrasında daha fazla savaşçı toplayıp yavaş yavaş kuzeye ilerleyerek en sonunda Havana’yı alıp Küba’ya hakim olmuşlar.
1515 yılında İspanyol koloniciler tarafından kurulan Santiago’nun iki büyük meydanı bulunuyor: Devrimi simgeleyen koca bir heykelin yer aldığı Plaza de la Revolucion ve Parque Cespedes. İkisi de koloni dönemini hatırlatan tarihi binalarla çevrili. Tarihi dokusunu iyi korumuş olan şehirde çok sayıda müze de yer alıyor. Bunlardan en büyüğü olan Küba Tarihi Müzesi Parque Cespedes’in karşısında, katedralin yanında bulunuyor. Giriş ücreti 2 CUC. Cuma günleri sadece 14:00 – 17:00, Pazar günleri sadece 09:00 – 13:00, diğer her gün 09:00 – 13:00 ile 14:00 – 17:00 arası açık. Nuestra Señora de la Asunción Cathedral ise krem rengi duvarlara sahip, İspanyol kolonisi tarzını taşısa da sadece yüz yaşında olan bir katedral. Ben en çok tepesindeki melek heykelini beğendim. Devrimden sonra din zayıflasa da katedral hala korunmuş durumda ve az da olsa ilgi görüyor.
Santiago’da ayrıca bir de Rom Müzesi yer alıyor. 2 CUC karşılığında ziyaret edilen müzede size romun tarihi ve yapılışı hakkında detaylı bilgi veriyorlar. Pazar günleri hariç her gün 09:00 – 17:00 arası ziyaret edebilirsiniz. Müze yerine bizzat deneyimleyerek romu keşfetmeyi tercih edenlere de bir adres önereceğim: Parque Cespedes’in yan sokağında bulunan Casa de la Trova şehrin en ünlü gece kulübü. Eğer Santiago’da konaklayacaksanız eğlenmek için burayı tercih edebilirsiniz.
Yukarıda da bahsettiğim Varadero, Küba’nın en lüks kumsalına ev sahipliği yapıyor. Genellikle otellerle kaplanmış durumda. İnce beyaz kumdan geniş bir sahili var. Otelde sıkılırsanız çıkıp Josone Parkı’nı gezebilirsiniz. İsmi parkı kuran Jose ve Onelia çiftinin isimlerinin birleştirilmesinden oluşuyor.
Bunun dışında Varadero’da yapabileceğiniz bir diğer gezi ise Bellamar Mağaraları turu. İki asırdır turistler tarafından ziyaret edilen geniş bir mağara. Ben eğer otelde çok sıkılırsanız ve gidecek başka yer bulamazsanız katılmanızı öneririm. 85 CUC ödemeyi göze alırsanız Seafari Cayo Blanco’ya katılıp bir deniz safarisine de çıkabilirsiniz. Sizi katamaran ile bir mercan resifine götürüyorlar ve burada şnorkel ile dalış yapıp balıkları seyrediyorsunuz. Ardından Delfinario şovuna geçip yunuslar ile yüzebiliyorsunuz.
Halk arasında sadece Trinidad diye anılsa da aynı isimli adayla karışmaması için resmi adı yukarıda yazdığım biçimde geçiyor. Havana ile Santiago’nun aşağı yukarı ortasında kalıyor. Görülecek en güzel yer Topes de Collantes isimli şelale. Zaten genelde turlar da şelalenin ismini taşıyor. Birkaç farklı tur çeşidi var, aşağıda kısa kısa bahsedeceğim diğer kentlerden hangilerine uğradığına göre değişiyor. Siz hangisini isterseniz (veya hangisine denk gelirseniz) ona katılabilirsiniz, aralarında çok büyük farklar yok, genellikle Küba kırsalını görüp ada kültürünün bir de bu yanını gözlemlemiş oluyorsunuz.
Santa Clara özellikle devrim için çok önemli bir adres. Burada Che Guevara ve silah arkadaşları bir trene baskın düzenlemişler. Aynı yerde hala bir anıt bulunuyor: Monumento a la Toma del Tren Blindado. Şehirde bir de Che Guevara Anıtı ve devrimde hayatını yitirenlere adanmış mozole bulunuyor.
İsmi Kutsal Ruh anlamına gelen Sancti Spiritus’ta İspanyol sömürgecilerden kalma iki asırlık köprü turların mutlaka uğradığı yerler arasında bulunuyor. Önemli bir sömürge şehri olan Sancti Spiritus’un mimari anlamda çok güzel binaları var, ben en çok mavi duvarları ve tepesindeki çardağı andıran yapıyla günümüzdeki toplantı merkezini beğendim. Koloni dönemiyle olan ilişkinin en canlı biçimde görüldüğü kentte bu dönemden kalan sanat eserlerinin sergilendiği Museo de Arte Colonial de bu kentte yer alıyor.
Turlar aynı zamanda hoş bir sahil kenti olan Cienfuegos’a da uğruyor. Burada da arkeolojik buluntuların sergilendiği ufak bir müze var. Şehrin diğerlerinden en büyük farkı İspanyollar değil de Fransızlar tarafından kurulmuş olması. Dolayısıyla Fransa’nın güney sahillerini andıran bir yapısı var, Amerika’daki New Orleans’a da benziyor. Eski şık binalar ve yollarda 50li yılların büyük ve estetik arabalarını görüp bir zaman yolculuğuna çıkmak için ideal.
Bayamo’nun en büyük özelliği ise devrim mücadelesinde önemli bir yeri olan Sierra Maestra vadisine olan yakınlığı. Turlar sizi Fidel Castro ve Che Guevara’nın karargah olarak kullandığı tepelere kadar çıkartıyor. Küba’daki en yüksek dağ olan 1970 metrelik Pico Turquino’ya dek çıkıp adaya tepeden bakmak mümkün. Bu arada, tahmin edebildiniz mi bilmiyorum ama Pico Turquino’nun birebir çevirisi Türk Zirvesi anlamına geliyor.
Çok fazla vakti olan ve gezecek her yeri tüketenler için önerebileceğim iki şehir kaldı. Bunlardan ilki olan Camagüey (evet bizdeki gibi ü harfi ile yazılıyor) Küba’nın en büyük üçüncü kenti ve adanın kuzeydoğu köşesinde yer alıyor. Tarihi dokusunu en iyi korumuş yerlerden biri olan Camagüey’de en iyi aktivite bir açıkhava müzesinden farksız olan eski kent merkezini gezmek. Burada Küba’nın geri kalanından daha fazla kilise yer alıyor, ayrıca bir de katedral var. Yine adanın her köşesinde olduğu gibi burada da sahiller muhteşem.
1511 ile 1515 arasında Küba’nın başkenti olan Baracoa ise adadaki en eski yerleşim. Sonradan pek büyümemiş ama devrimin ardından kakao üretimi ile ünlenmiş. Burada bizzat Che Guevara tarafından açılmış bir kakao fabrikası yer alıyor. Film sahnelerini andıran, Hindistan cevizi ağaçlarının beyaz kumların üzerinden açık mavi denize uzandığı sahillere ev sahipliği yapıyor. Adanın güney ucunda, Santiago’ya yakın.
Varadero’daki Seafari dışında Küba’da çok sayıda dalış noktası var. Örneğin Maria la Gorda neredeyse tamamen dalış turizmine ayrılmış bir yer, ister şnorkel ister tüplü dalış yapabiliyorsunuz. Doğa gezileri imkanı da var ve Havana’ya yakın olduğundan ulaşım kolay.
Küba’nın kuzey kısmında yer alan Jardines del Rey yani Kralın Bahçeleri isimli adalar da birer doğa harikası. Burada ister kumsalda güneşlenebilir, ister dalış yapabilirsiniz. Aynı şey ufak uçaklarla gidilen Cayo Largo isimli ada için de geçerli, doğası çok iyi korunmuş ve isterseniz sadece sahilde yüzüyor, isterseniz tüplü dalış yapıyor, isterseniz sadece şnorkel ile balıkları seyrediyorsunuz.
Küba mutfağı ne yazık ki pek etkileyici değil. Benim en beğendiğim şey taze meyveler oldu. Özellikle ananas yemenin ölçüsünü kaçırdım diyebilirim. Onun dışında mango ve papaya da taze taze yiyebileceğiniz, gayet ucuz meyveler. Yemekler ise basit ama en iyi yanı her şeyin neredeyse organik olması. Tavuk yediğinizde gözünüze biraz çelimsiz görünüyor ve eti sert olduğundan zor çiğneniyor ama ülkemizdeki antibiyotik ile şişirilmiş fabrika tavuklarından daha sağlıklı olduğu kesin. Domatesler ise kırmızıdan çok yeşil tonlarında fakat bu doğal aromalarını korumuşlar.
Küba’da “yeme” değil de “içme” kısmı daha çok ön plana çıkıyor diyebilirim. Rom ucuz ama sanırım eski korsanlar dışında sek içebilen pek kimse yok, Küba’da her zaman kokteyl tercih ediliyor. Bunların başında Mojito geliyor. Taze nane yaprakları bardağın içinde dövülerek eziliyor ve limon, şeker kamışı suyu, soda ekleniyor. Tercihinize göre üstüne rom ekliyorlar ya da alkolsüz yani “virgin (bakire)” isterseniz o şekilde alıyorsunuz.
Pina Colada ise Hindistan cevizi sütü ve ananas suyu ile yapılıyor. En güzeli taze Hindistan cevizini açıp ucundan bir parça kesmeleri ve içine ananas suyunu eklemeleri şeklinde yapılıyor. Bir kez öyle içtikten sonra bardakta servis edilmesine burun kıvırıyorsunuz. Daiquiri ise yeşil limon suyu ve şeker kamışı suyunun karıştırılması ile yapılıyor. İkisine de isteğinize göre rom ekleniyor. Adada bu en ünlü üç kokteyl dışında yer yer başka tipte içecekler de yapılıyor. Alkolsüz tercihi tüm kokteyller için geçerli, çünkü burada çocuklar da muhtemelen özendiklerinden bu kokteyllere bayılıyor. Tabii onlara romsuz veriliyor.
Geceleri ise Küba sokakları genel bir karnaval havası yaşıyor. Her sokakta bir kokteyl bar var diyebilirim. Genellikle dışarıdan pek dikkat çekmeyen yerler olsa da giren çıkan turistlerden anlayabilirsiniz. Tabii resepsiyona sorup bilgi almak da her zaman için iyi bir fikir. Tropicana isimli bar aslında en popüler yer ve burada bir dans şovu düzenleniyor ama çok pahalı. Bütçenizde yer açarsanız gidebilirsiniz, mekanı eski haliyle korumuşlar ve Muhteşem Gatsby ile gangster filmleri arasında bir ortam var. Hayatının son dönemini Küba’da geçiren ve “Yaşlı Adam ile Deniz” isimli eserini de burada kaleme alan Hemingway’in sık sık uğradığı Restaurante Floridita da eski şehir merkezinde bulunuyor, hem yemek yiyip hem içki içebileceğiniz bir yer ama fiyatlar yüksek.
Komünist Küba’nın alışveriş için en ideal yer olmadığını sanırım tahmin edebiliyorsunuzdur. Buradan alabileceğiniz beş şey var diyebilirim: Hatıra veya hediye olarak buzdolabı magneti, Che tişörtü, puro, rom ve el sanatı biblolar. Benim tercihim elbette sonuncudan yana ama eminim sizden puro ve rom ısmarlayan çok sayıda kişi olacaktır. Küba gümrüğündeki kurallara göre kişi başı yirmi adet puro hakkınız var, eğer kapalı paket içinde bandrollü olarak aldıysanız bu rakam elliye çıkıyor. Rom sınırı ise yakın zamanda kaldırılmış durumda. Türkiye’de ise gümrük kuralları kişi başı en fazla elli adet puro ve bir litre roma izin veriyor. Kendinizi ona göre ayarlayın.
Küba’da ister hediyelik eşya, ister alışveriş yaparken dikkat etmeniz gereken en önemli nokta dükkanları bulmak olacak. Burada tabela alışkanlığı neredeyse hiç yok. Aslında güzel bir şey çünkü görüntü kirliliğine neden olmuyor ve binaların tarihi havası çok iyi biçimde korunmuş oluyor. Genellikle mağazaların kapısı açık duruyor ve bu sayede içerisi market mi, hediyelik eşya dükkanı mı, atıştırmalık bir şeyler mi satıyor görebiliyorsunuz.
Jose Marti Havalimanı’na doğru yola çıkmadan önce aklınızda bulunsun, Küba’dan çıkmadan önce gümrük görevlilerine kişi başı 25 CUC turizm vergisi ödeme zorunluluğu mevcut, bizdeki yurtdışı çıkış pulu uygulamasına benziyor. Yanınıza yeteri kadar para alın, daha fazla da CUC bulundurmayın çünkü bir kez Küba’dan çıktınız mı bir daha işinize yaramayacak.
Son bir not da Küba’nın sağlık sistemi hakkında düşeyim. Olur da herhangi bir nedenle sağlık turizmi nedeniyle Küba’ya gidecek olursanız gitmeden önce kanser başta olmak üzere çeşitli hastalıklara yönelik tur şirketlerinin düzenlediği “Küba Sağlık Turları”nı incelemenizi öneririm.
İyi seyahatler dilerim.