Erkeklerin ‘ayrıcalıklı’ dünyasında bir kadın olmak kimi zaman basit bir şey için iki, üç, dört katı daha fazla çabalamak demek. Üniversitelerin bundan 50, 60 yıl önce kadınlara zar zor okuma hakkı verip ‘Ama diploma veremeyiz!’ dediğini düşündüğümüz zaman, günümüzde özgürlüğünü ilan etmiş, bireyselliğine dokundurmayan bağımsız kadınların geçmişteki ‘anneanne’leri için ne kadar gurur verici olduğunu anlayabiliriz. Bugün, rahatlığımızı, kendimizi ne pahasına olursa olsun ifade edebilmemizi, daha insani şartlara sahip olabilmemizi bize hep öğretilenin aksine ‘devlet adamlarına’ değil, aynı eşit şartları alabilmemiz için yüzyıllardır dünyanın dört bir yanında çabalayan kadınlara borçluyuz.
Bu yazıya böyle başlamak istedim. İsimlerini tarih kitaplarında görmediğimiz, karşılaşabilmek için oturup araştırma yapmamız gereken çok önemli kadınlar var. Bu kadınlar günümüzde hepimizin, en çok da çocukların duyması gereken hikayelere sahip. Bu hikayelerin, yaşandığı dönemlerdeki tarihi arka plan, bu kadınların yaptıklarını çok daha değerli hale getiriyor.
Olmaz denileni başarabilmek, inat etmek, aslında günümüzde bize çok olağan gelen bir şeyi bin bir türlü zorlukla başarabilmek çok ama çok kıymetli. Ben bu yazımda, özellikle de özgürlüğün, hareket edebilmenin kıymetini anladığımız bu zor günlerde, hepimize cesaret olsun diye tarihin kadın gezginlerini anlatacağım. 1800’lerde, kamusal alanda bir kadın olarak görünmek bile sıkıntı teşkil ederken kimi zaman 3 yıl boyunca erkek kılığında dünyayı gezen, diplomasını alamayan fakat üniversitelerde ders veren bu inanılmaz kadınları size anlatacağım.
Kalbiniz bu heyecan verici hikayelere hazırsa başlayalım!
İçindekiler
Harriet 1875 yılında Kaliforniya’nın Stockton şehrinde doğdu. Bir branşın dahisiyseniz bu çoğunlukla çocukken ortaya çıkar ya Harriet için de durum böyle oldu. Daha 8 yaşındayken babası ile birlikte Kaliforniya ve Büyük Havza arasındaki devasa sıradağ Sierre Nevada’yı at üzerinde geçmişlerdi. Bu muhteşem deneyim, onun içindeki keşfetme ve gezme aşkını tetikledi. İlkokul yıllarında İspanyolcayı şakır şakır konuşan Harriet, Portekizce, Almanca, Fransızca ve İtalyanca’da da oldukça akıcıydı. 1899 yılında kendisi gibi seyahat etme tutkunu olan Franklin Pierce Adams ile evlendi. İlk uluslararası seyahatini 1900 yılında Meksika’ya yaptı. Fakat bu kısa bir seyahatti.
İlk gezginlik tecrübesini asıl 1904 ve 1907 yılları arasında tam üç yıl süren Güney Amerika seyahatiyle kazandı. Bu seyahat çiftin kendi birikimlerinin yanı sıra Franklin’in çalıştığı maden mühendisliği şirketi tarafından da fonlanmıştı. Bu durum onların seyahatlerini özgürce ve uzun uzadıya yapmalarına olanak sağladı. Güney Amerika’daki her ülkeyi gezdiler. Harriet, Güney Amerika’nın meşhur dağları olan And Dağları üzerinde yine 8 yaşındaki gibi at sırtında bir yolculuk yaptı. Lama ile birlikte verdiği o meşhur poz işte bu gezisinden günümüze kalan bir anıydı. Size verdiğim tarihin ne kadar eski olduğuna dikkat çekmek isterim. 100 yıl önceden bahsediyoruz. Ne uçak ne de gelişmiş ulaşım sistemleri… Hiçbir şey günümüzdeki gibi değil. Harriet’in sahip olduğu gezme arzusu onu dünyanın geri kalanı için oldukça bilinmez olan Güney Amerika kabileleri ve kültürüyle buluşturdu. Bu dönemden onun yanına da beyaz kültür tarafından oldukça ofansif bir yolla üretilen ‘kafatası avcılarının sırdaşı’ lakabı kaldı.
New York Times’a göre Harriet, Güney Amerika kıtasındaki yerlilerle buluşan ilk beyaz kadın. Bu durum ve kabilelerde kadınlarla kurduğu bağ onun feminist açıdan da derinleşmesine sebep oldu. Harriet aynı zamanda çok iyi bir fotoğrafçıydı da. Gezdiği yerlerden muhteşem kareler biriktiriyordu. 3 yıllık seyahatinden sonra yazmaya başladığı National Geographic için yıllarca en üretken yazar olarak kaldı.
İkinci Dünya Savaşı sırasında Harper’s Magazine isimli önde gelen kültür yayını için savaş muhabirliği yaptı. O dönem askerlerin pusuda beklediği siperleri ziyaret eden ilk ve tek kadın gazeteciydi. 1935 yılında Güney Amerika’yı tekrar ziyaret ettiğinde National Geographic için günümüzde halen çok değerli olan 21 yazılık bir yazı dizisi hazırladı. Tüm dünyanın tanıdığı kolonileşmeyi fitilleyen gezginler Colombus ve Magellan’ın rotalarını izledi ve burada antropolojik çalışmalar yürüttü. Gezdiği bölgeler arasında Kuzey Afrika, Batı Avrupa, Siberya, Gobil Çölü ve Türkiye de bulunuyor. Harriet’in, elbette kadın olduğu için ayrıcalıklı erkeklerin faydalandığı haklardan yararlanamadığı da oldu.
1913 yılında, Birleşmiş Krallığın bir oluşumu olan ‘Kraliyet Coğrafya Topluluğu’na bir kadın olduğu için kabul edilmedi. Bu engel onun 1925 yılında ‘Kadın Gezginler Topluluğu’ isimli bir organizasyon kurmasına olanak sağladı. 6 yıl boyunca başkanlığını sürdürdüğü bu oluşumda yaptığı bir konuşma günümüzde halen kadın gezginlerin yola çıkma heveslerini katlayacak cinsten. Cinsiyetimi hiçbir zaman bir dezavantaj olarak görmedim. Erkeklerle kıyaslandığında kadınların üstesinden gelemeyeceği bir zorlukla hiç karşılaşmadım. Hiçbir zaman tehlike korkusu hissetmedim. Kendimi ya koruyamazsam diye endişelenmedim. Ben de korkunç yerlerde bulundum ve çok üzücü şeyler gördüm. Cesur gezgin 1937 yılında Fransa’da hayata gözlerini yumdu.
Erkeklerin gezginliği niçin bu kadar tekelleştirdiği konusunda hep sorgulayıcı bir tutumda olan Harriet kadınların Antarktika’ya, Tibet’e ya da çok arşınlanmamış bilinmez rotalara gitmesi konusunda oldukça teşvik ediciydi. E, diyebiliriz ki rahat uyu Harriet, artık çok güzel geziyoruz!
Listemize yine çok heyecan verici bir hikayeyle devam ediyoruz! 1740 yılında Fransa’nın Burgundy bölgesinde doğan Jeanne Baret dünyayı başlı başına gezen ilk kadın. Tarihin ne kadar eski olduğuna bakarsanız o dönemin ne kadar zorlu şartlara sahip olduğunu da anlayabilirsiniz: Baret bu yıllar süren bu gezisini ancak erkek kılığında yapabilmiş! Hikaye onun için ilk olarak botanik bilimci Philibert Commerson’ın yanında bir yardımcı olarak çalışmasıyla başlıyor.
Commerson ünlü kaşif ve bilim insanı Louis Antoine de Bougainville’in dünya seyahatinde bitkibilimci olarak ona eşlik etmişti. 1765 yılında aynı türde bir seyahat için bu kez yoldaşlık teklifini Baret’e yapıyor. İkilinin yıllar içinde oldukça yakın bir ilişki geliştirdiği ve hasta bir adam olarak Commerson’ın bir hemşire, bakıcı belki de hayat arkadaşı olarak Baret’a çok güvendiği söylenir.
İkili 1766 yılında Fransız donanmasıyla birlikte 3 yıl sürecek bir keşif gezisine çıkıyor. Janet Commerson’ın ‘asistanı’ olarak bu gezide yer alıyor. Aynı zamanda Louis Antoine de Bougainville de gemide. Güney Amerika ve Pasifik bölgelerinde geniş çapta bir botanik araştırma yürütüyorlar. O dönem kadınların donanma gemilerinde bulunması yasak olduğundan Baret tüm bu yolculuğu erkek kılığında yapmak zorunda kalıyor. 3 yıllık bir yolculuktan bahsediyoruz!
Elbette zamanla dedikodular dönmeye başlıyor. Tahiti’ye vardıklarında, yerliler ve kaşifler arasındaki münasebetten Jeanne’in kimliği ortaya çıkıyor. Bougainville Jeanne’in cesaretine, çalışkanlığına ve azmine hayran kaldığını fakat gemi kurallarını ihlal edemeyeceklerini belirtiyor. Bunun ardından ikili Doğu Afrika’da bulunan Mauritus ülkesinde yolculuklarını sonlandırmak zorunda kalıyor. Bu durakta Fransız kaşif Pierre Poivre’ye katılıp birlikte araştırmalarına devam ediyorlar.
Ne azim ama!
Listede benim ilgimi en çok çeken hayat hikayelerinden biri var sırada. Çünkü bu hayat hikayesi aslında sadece bir gezgin ya da kaşif olarak niteleyemeyeceğimiz, bunların çok daha ötesinde dünya politikasına, 1. Dünya Savaşı’na yön vermiş bir isim.
Gertrude Bell, 1868 yılında İngiltere’de varlıklı bir ailenin kızı olarak dünyaya geliyor. Yaşadığı dönemlerde kadınların üniversite okuması görülür bir şey değil. Birçok kız çocuğu eğitimine ilkokullarda başlasa da geri kalan kısımda evde eğitim görüyor. Üniversiteler kadınlara eğitim vermiyor. Derken Gertrude’un inadı ve azmi ailesini ikna etmeye yetiyor. Tam da bu dönem Oxford ilk kadın öğrencilerine kapılarını açıyor. Üniversitede tarih okuyan Gertrude dik kafalı kişiliği yüzünden hocalarıyla limoni ilişkiler sürdürse de onur derecesiyle üniversiteyi bitiriyor. Fakat zar zor okuma hakkı elde eden kadınlar o dönemlerde diplomalarını bile alamıyorlar. Gertrude tarihi çok seviyorsa da daha çok sevdiği bir şey tarihi kendi elleriyle keşfedebilmek yani bir arkeolog olmaktı. Ailesinin mal varlığı bu tutkusunun peşinden gitmesine ve yıllar içinde çok büyük arkeolojik kazılara öncülük edip onları finanse edebilmesine olanak sağladı. Gertrude bir Orta Doğu aşığıydı. Arap kültürü, Mezopotamya onun ilgisini çok çekiyordu. Bu ilgisi ilk olarak 1892 yılında Tahran büyükelçisi olan eniştesini ziyareti ile başladı. Burada kültürle ilk defa tanıştı ve hayatının geri kalanını tamamen şekillendireceği Orta Doğu hayatına girdi.
İran’da Farsça’dan çok etkilenen Gertrude İngiltere’ye geri döndüğünde bu dili öğrenmeye karar verdi. 1899’da Kudüs’e bir seyahate çıktı. Burada bir yılını geçirdi. Arap kültürünü, yaşam tarzını, Bedevileri daha çok öğrenmek istedi. Bu amaçla Suriye’ye de yolunu düşürdü. Gertrude Suriye’deyken bu bölgenin arkeolojik olarak ne kadar zengin olduğunun farkına varır. Ailesinin finansal desteği ile çok büyük bir kazı çalışması yürütür. Uzun yıllar süren bu çalışma sonucu Ortadoğu’nun en önemli eserlerinden biri olan Gılgamış Destanı ortaya çıkar. Gertrude bu süreç boyunca Orta Doğu’yu sevmiş fakat bunu sadece keşif konusunda kullanmaktan yana olmuştur. Tabi ara sıra İngiliz Hükumetiyle Orta Doğu ve özellikle Osmanlı’ya dair bilgi paylaşımında bulunmuştur. Derken dünya haritalarını değiştiren ilk cihan harbi meydana gelir. Bölgede geçirdiği süre boyunca hem dil hem kültür açısından kendini geliştiren Gertrude, bölge insanı, aşiretleriyle de yakın ilişkiler kurmuştur. Bu durum, onu Birinci Dünya Savaşı patlak verdiği esnada İngiltere için biçilmez bir kaftan haline getirir.
Churcill başta olmak üzere İngiliz Hükumetinin ricasıyla Mısır’a gider. Burada İngiltere’ye Orta Doğu’da stratejik danışmanlık yapması istenir. Savaş esnasında İngiltere’nin Suriye başta olmak üzere açacağı cepheleri belirler. Irak’ın ilk kralı olarak I. Faysal’ın seçilmesinde etkin rol oynar. Araştırmacılara göre Orta Doğu’nun sınırlarını çizen Arabistanlı Lawrence olarak adlandırılan ünlü casus Edward Lawrence değil Gertrude Bell’in ta kendisidir.
Tüm bu çalkantılı politik geçmişine rağmen Gertrude bir tarih ve arkeoloji aşığıydı. Kendi kültüründen taban tabana zıt olan bir kültürün aşığıydı. Orta Doğu’yu karış karış bilen ve ona saygı duyan, topraklarından çıkan eserlerin korunması için tüm maddi varlığını kullanan bir kadındı. Sayesinde çok geniş bir seçkiye sahip olan Irak Ulusal Müzesi açılmıştır. Fakat ne yazık ki 2003 yılında bu müze ABD savaşı esnasında askerler tarafından yağmalanmıştır. Tarih her zaman erkekler tarafından yazılmıyor, politik amaçlar güderken dahi üreten, kültür mirasına sahip çıkan ve köprüler kurmaya yardımcı olan dahi kadınlar da var.
Şüphesiz ki bu ilginç yaşamına rağmen Gertrude Bell döneminin en özgür ruhlu gezginlerindendi!
Isabella Bird, 1800’lerde yaşamış bir gezgin ve seyahat yazarı. Sağlığı önüne engeller koymasına rağmen gezmek ve keşfetmekten çekinmeyen tutkulu bir kaşif.
Amerika, Hawaii ve Avustralya’ya okyanus aşırı seyahatlere çıkmış. Gittiği ülkelerde at sırtında gezmiş. Henüz çocukluk yıllarında başlayan sağlık problemleri onu açık havaya ve bol oksijene itmiş. Babası bir botanik bilimci olduğu için onunla seyahat etme olanağı bulmuş. Annesi ise kızlarını eklektik konular üzerine eğitmeyi seviyormuş. Bu nedenle daha küçük yaşta çok donanımlı bir hale gelmiş. Yazarlığa ilgisi de küçük yaşta başlamış. 16 yaşındayken ilk yazı dizisini yazmış. Ergenliğinde omurga ağrıları çok artınca tanısı konulmuş ve omurgasından bir tümör çıkarılmış. Uyku ve migren problemleri olan Isabella sağlığına iyi gelmesi için 8 yaz boyunca ailesiyle İskoçya’da yaşamış.
1872 yılında ilk ciddi seyahatine çıkmış ve Avustralya’ya gitmiş. Burada pek umduğunu bulamamasının ardından Avrupalıların Sandviç Adası olarak da bildiği Hawaii’ye gitmiş. Günümüzde de ulaşılabilir olan ‘Sandviç Adasında 6 Ay’ isimli kitabını yazmış. Kuzey Amerika’daki Rocky Dağlarına tırmanmış. Burada 800 mil yol teptikten sonra yine ‘Rocky Dağlarında Bir Hanfendi’nin Yaşamı’ isimli bir kitap yazmış. Ardından Japonya ve Çin gibi Uzak Doğu ülkelerini ziyaret etmiş. Japonya ziyaretinin ardından ‘Tepilmemiş Yollar’ (Unbeaten Tracks in Japan) isimli bir kitap yayınlamış. Çin gezisinin ardından ise tarih arşivleri için çok değerli olan, “19. Yüzyıl Çin’de Günlük Yaşam” isimli bir foto-araştırmaya imza atmış.
Orta Doğu’yu dolaşmış. Ermenistan, İran derken Türkiye ziyaretinde dönemin vezirine bir sunum yaptığı söyleniyor. Kız kardeşini kaybettikten sonra seyahat etmekteki amacı ve hevesini kaybettiğini belirtse de 60 yaşında tekrar yollara düşmüş. Bird, 1892 yılında ‘Kraliyet Coğrafya Topluluğu’na (Royal Geographical Society) katılan ilk kadın üye.
Ardında bıraktığı eserler ise günümüzde önemini korumaya devam ediyor.
Listemizde yine yolu Orta Doğu’ya düşmüş hatta hayata gözlerini Lübnan’da yummuş bir İngiliz gezgin var.
Hester Stanhope’un hayat hikayesi diğer gezginlerimizden biraz daha farklı. Hatta bence öyle ilgi çekici ki bu kadının hayatı niçin filme alınmamış, niçin keşfedilmemiş diye merak etmeden duramıyorum. Hester 1776 yılında Kent, İngiltere’de dönüm araziler içerisinde bir malikanede soylu bir ailenin kızı olarak dünyaya geliyor. Annesinin ölümünün ardından İngiltere’nin en genç başbakanı olan amcası Genç William Pitt’in malikanesine taşınıyor. William bekar bir adam ve bir kadının yardımına ihtiyacı var. Hester bu boşluğu doldurmak ve güzel konuşma kabiliyeti ve bilgi birikimiyle Pitt’in evindeki buluşmalarda göz kamaştırmak için gönüllü oluyor.
1806 yılında Pitt’in ölümünün ardından Hester’a yüklü bir maaş miras kalıyor. 4-5 yıl kadar Birleşik Krallık’ın farklı şehirlerinde yaşayan Hester kardeşinin ölümü ve romantik bir hayal kırıklığının ardından 1810 yılında bir gemi yolculuğuna çıkma kararı alıyor. Yanına aldığı yardımcı doktor ve birkaç arkadaşı ile birlikte Akdeniz’e açılıyor. Sırasıyla Atina ve İstanbul’a uğrayan ekip Kahire’ye giderken Rodos kıyılarında gemileri batıyor. Haliyle tüm eşyalar denizin dibini boyluyor. Adaya çıktıkları zaman bulabildikleri Osmanlı kıyafetlerini giymek zorunda kalıyorlar. Bu durum Hester’in en ikonik resimlerinin ardında yatan hikaye.
Onun hakkında araştırma yapacağınız zaman karşınıza ilk olarak sarıklı, cübbeli fakat güzel bir kadının resimleri çıkacak. Bu İngiliz asilzadesinin niçin böyle giyindiğini merak edeceksiniz. Hester, baş örtüsü takmayı reddederek erkek kıyafetleri giymek istiyor. Uzunca bir cübbe giyerek kafasına da bir sarık geçiriyor.
Gemileri battıktan sonra Mısır’a çıkan Hester burada adeta bir sultan gibi giyinerek dönemin hükümdarını ziyaret ediyor. Satın aldığı bir atla çöle açılarak Şam ve Suriye’deki Palmira şehri başta olmak üzere birçok yeri görüyor. Bedeviler gibi giyinerek çölü tamamlıyor. İki yıl süren bu seyahati esnasında Cebelitarık, Malta, İyonya Adaları, Mora, Atina, İstanbul, Rodos ve Filistin’i dolaşıyor. Orta Doğu ve Akdeniz’in mistisizmiyle büyülenen Hester dünya tarihinde o ana dek hiç duyulmadık bir şey yapıyor. Günümüzdeki İsrail topraklarının altında bir hazinenin yattığını söyleyen el yazması İtalyanca bir metin ile bir kazı çalışmasına başlıyor. Bunun için dönemin Osmanlı yetkililerinden izin alıyor. Bu kazı, Kutsal Topraklar arkeolojisi tarihinde yapılan ilk modern kazı olarak nitelendiriliyor. Ondan daha önce hiçbir arkeolog elinde bulunan bir metne dayanarak bir çalışma sürdürmemiş.
Fakat bu kazı sonucunda milyonlarca altına değil 2 metrelik başsız bir mermer heykele ulaşıyor. Daha sonraları yayınlanan bir anı kitabına göre, Osmanlı yetkilileri tarafından politik nedenlerle bulduğu şeyi bin parçaya ayırıp denize atması söyleniyor. Dönemin arkeologlarının sıklıkla yaptığı gibi bulduğu parçaları Avrupa’ya kaçırmayıp Sultan’ın sözünü dinlediği için de Hanedan’ın güvenini kazanıyor. Hester, hayatını Lübnan’da geçirme kararı almasının ardından 30 odalık devasa bir malikanede yaşamaya başlıyor. Egzantirikliğiyle herkesin tanıdığı Hester dönemin tarzına uygun düşecek şekilde cübbeler giyip silah kuşanıyor ve nargile içiyor. Oryantalizm ruhunda var. 1839 yılında ise Lübnan’daki evinde hayata gözlerini yumuyor.
Umalım ki Hester’in hayatı şöyle güzel bir filme konu olsun da bu heyecan dolu yaşamı bir de perdede izleyelim!
İsminin komikliğine rağmen Fanny Bullock Workman, hayatında çok ciddi başarılara imza atmış.
1859 yılında listemizin diğer gezgin kadınları gibi o da dönemin şartları gereği zengin bir aileye mensup. 22 yaşındayken bir doktorla evleniyor. Eşi emekli olunca da birlikte dünyayı gezmeye karar veriyorlar. Bu günümüzde çok sık rastlanılan bir senaryo olsa da 1800’lü yılları ve bir kadının eşini egzotik yerlere gitmek için sürekli ikna etmeye çalıştığını bir düşünün. Pek de kolay olmasa gerek. Özellikle kadınların o dönemde seyahat etmek için pek de fırsat bulamadığını düşünürsek Fanny’nin yaptıkları bir hayli çılgın kaçacak. Fanny eşi ile birlikte Avrupa’yı bisikletle turluyor. Avrupa dışında o önem birçok gezginin en merak ettiği destinasyon olan Hindistan’ı geziyor.
Fakat Fanny için farklı olan bir şey var. O Hindistan’a seyahat ettiği zaman tırmanma fırsatı bulduğu Himalayalar’a çıkınca ruhunda bir tırmanışçı olduğunu fark ediyor. O özgür ruhlu bir dağcı. O zamana kadar hiçbir kadının hatta insanın başaramadığı yüksekliklere çıkıyor, varılmayan zirvelere tırmanıyor. 1906 yılında Arizona’daki 6952 metrelik Pinnacle Zirvesi’ne tırmanarak bir rekora imza atıyor. Ardından Peru’daki Nevado Huarascan Dağı’na tırmanarak da hiçbir kadının daha önce erişemediği bir yüksekliğe erişiyor.
Fanny tüm bu, o dönem için ilginç ve yenilikçi sayabileceğimiz aktiviteleri yaparken aslında bir kızı var. Kızı 18 yaşına gelene kadar Fanny 3 epik bisiklet turu yapmış, Himalayaları birkaç kez dolanmış, maceralarını kitaplaştırmış bile. Fanny, Karakurum Dağları’nı gezmekle kalmamış birçok zirvesini keşfetmiş, araştırmacı ekibi ile birlikte bölgenin buzul ve gayzerlerinin harita planlamasını yapmıştır. Paris’teki Sorbonne Üniversitesi’nde ders veren ilk, Kraliyet Coğrafya Topluluğu’nda konuşma yapan ikinci kadın gezgindir. Kadınların oy hakkı için çabalayan süfrajetlerin de önemli temsilcilerinden biri olan Fanny’nin ikonik bir resmi, tırmandığı zirvesinde elinde tuttuğu ‘Kadınlara Oy Hakkı!’ yazan bir gazeteyle verdiği pozdur.
Bu uzun isimli kadın bir gazeteci ve dünyayı bir zeplinle gezen ilk kadın. Grace, 1895 yılında İngiltere’de dünyaya geliyor. 1920’li yıllarda önce The Sphere ardından Hearst gazetelerinde çalışıyor. 1928 yılında askerlerle birlikte bir zeplin içerisinde ilk seyahatini yapıyor. Zeplin içerisindeki tek kadın o. Bu durum Grace’in hikayesini çok daha ilgi çekici kılıyor. Seyahat bittiğinde kameraların karşısına geçiyor, gazetesi içinse havacılıkla ilgili çok değerli yazılar kaleme alıyor.
İlk geziden bir yıl sonra gazetecilik yaptığı Hearst, onu tekrar bir zeplin gezisi için ana muhabir olarak atıyor. Bu gezide Atlantik Okyanusu’nu geçen gezginler, Amerika’dan Tokyo’ya uçuyorlar. Grace bu gezide de zeplindeki tek kadın. Bunların yanı sıra gazeteciliğin de tutkunu olduğundan hem seyahat hem görev aşkıyla Etiyopya’da savaş muhabirliği ve Çin’de muhabirlik yapıyor. Bu esnada bol bol seyahat etmek zorunda kalan Grace ne yazık ki İkinci Dünya Savaşı esnasında Filipinler’de bir Japon askeri kampında göz altına alınıyor.
Patlayan bir bomba Grace’in gözlerinin de zarar görmesine neden oluyor. 1943 yılında bir İsveç kurtarma gemisiyle Amerika’ya gitmesi için serbest bırakılmasına rağmen birkaç yıl sonra tromboz nedeniyle hayatını kaybediyor. Grace’in ismi günümüzde unutulmaya yüz tutsa da havacılık konusundaki cesareti, öncülüğü ve kaleme aldığı değerli yazılar onu örnek alınması gereken bir gazeteci ve seyyah yapıyor.
Nellie Bly bir gazeteci, bir sanayici, bir yatırımcı, hayır işleriyle uğraşan bir aktivist ve Jules Verne’nin 80 Günde Devri Alem romanından ilham almış bir gezgin. Bu yazıda, size istediği her işle uğraşan başka bir olağanüstü kadından bahsedeceğim. Sonradan Nellie Bly olarak anılacak Elizabeth Cochran, Amerika Birleşik Devletleri’nin Pensilvanya eyaletinde, küçük bir kasabada dünyaya geldiğinde tarih 5 Mayıs 1864’tü.
Babası, uzun yıllar işçi olarak çalıştığı değirmeni satın almış bir tüccar ve toplu mahkeme üyesiydi. Elizabeth, onun ikinci eşinden olan beş çocuğundan biriydi. Elizabeth, kısa bir süre yatılı okulda eğitim gördü. Ancak babasının ölümünün ardından okula devam etmeye maddi güçleri yetmedi ve okulu bırakmak zorunda kaldı. 1880’de annesiyle birlikte Pittsburgh şehrine taşındılar. Elizabeth’in kaderi burada değişti. Pittsburgh Dispatch gazetesi bir sayısında, kadınların öncelikli görevinin çocuk doğurmak ve ev işleriyle uğraşmak olduğuna dair bir makale çıkmıştı. Elizabeth gazeteye makaleyi eleştiren bir cevap yazdı. Gazetenin editörü, Elizabeth’in tutkusunda etkilenince ona tam zamanlı iş teklif etti. O yıllarda gazetelerde yazan kadınların mahlas kullanması adettendi. Editörü, Elizabeth’e Nellie Bly mahlasını verdi. O günden sonra Elizabeth artık kadın sorunlarına cesurca değinen gazeteci Nellie Bly’di. Nellie, başlarda kadın fabrika işçilerinin sorunlarını yazıyordu. Ancak bir süre sonra fabrika sahipleri bundan rahatsız oldu. Bu yüzden gazete yönetimi Nellie’yi moda, bahçecilik gibi konulardan bahseden kadın sayfasına atadı. Bu, Nellie’nin hoşuna gitmemişti.
Yurt dışı görevine gitmek istedi; isteği kabul edilince dış haberler muhabiri olarak Meksika’ya gönderildi. Sadece 21 yaşındaydı ve kendi deyişiyle “hiçbir kadının yapmadığı işler yapmaya” kendini adamıştı. Nellie’ni Meksika macerası uzun sürmedi. Meksikalı bir gazetecinin tutuklanmasını eleştirince ülkeyi terk etmek zorunda bırakıldı. ABD’ye döndükten sonra 1888’de ünlü gazeteci Joseph Pulitzer’in New York World gazetesi için çalışmaya başladı. Bu gazetede kendisine verilen ilk görev, akıl hastası kılığında Blackwell Kadın Akıl Hastalıkları Hastanesi’ne sızmak ve buradaki kadınların durumunu haberleştirmekti.
Nellie, burada 10 gün kaldı ve sansasyon yaratan bir yazı dizisiyle hastaların ne kadar olumsuz koşullarda kaldığını ifşa etti. Yazıları kitap olarak da basıldı. Bu araştırması, hastaneyi bazı reformlar yapmak zorunda bırakırken Nellie’yi de dünya gazeteciliğinin unutulmaz isimleri arasına soktu. Nellie Bly, editörünün tavsiyesiyle 1889’da bir yolculuğa çıkmaya karar verdi. Jules Verne’in 80 Günde Devri Alem kitabından etkilenmişti. Nellie, yolculuğunu 72 gün 6 saat 11 dakikada tamamlamayı başardı. Bu dünya rekorunu kırabilmek için vapur, tren, at, çekçek ve her türlü ilginç yerel araçla tam 40 bin kilometrelik yol kat etti. İngiltere, Fransa, Mısır, Pasifik ve Amerika’yı ziyaret etti. Bu yolculuk esnasında, Fransa’da, Jules Verne’le de tanışma şansına erişmişti. 1890 yılında ‘72 Günde Dünya’ (Around the World in 72 Days) isimli, kendi deneyimlerini anlattığı bir kitap yayınladı. 1895’te sanayici Robert Seaman ile evlenen Nellie Bly, gazeteciliği bıraktı.
Eşinin ölümünün ardından ise onun şirketinin, Iron Clad Manufacturing’in başına geçti. İşçiler için fabrikada birçok olanak sağladı. Tiyatro salonu, kütüphane, revir bunlardan sadece birkaçı. Ancak bir süre sonra şirket batınca Nellie gazeteciliğe dönmek durumunda kaldı. 1920’den zatürre yüzünden öldüğü 27 Ocak 1922’ye kadar New York Journal için yazdı.
Listemizdeki kadınların çoğu dönemin şartları gereği ancak varlıklı ailelere sahip olup da kendini seyahate adayabilmiş kadınlar. 1800’lerde seyahat etmek bir kadın için olağan bir durum olmadığından, ancak finansal olarak kendisini karşılayabilen, evde çocuklarına ve eşlerine bakmak zorunda olmayan kadınlar bu tutkularının peşinden gidebilmiş. Şimdi hikayesini anlatacağım Annie Londonderry ise bu tutkusunu, oldukça fakir bir aileden gelmesine rağmen gerçekleştirebilmiş. Gerçek adı Annie Cohen Kopchovsky’di. 1870’de, iki çocuklu bir ailenin üçüncü çocuğu olarak Letonya’da doğmuştu.
Beş yaşındayken, 1875’te, ailesiyle birlikte ABD’nin Boston şehrine göç etti. Daha o yaşlarda zeki bir kadın olacağı belliydi ancak maddi durumlarından ötürü doğru dürüst eğitim alamadı. Annie 1887 yılında, henüz on yedi yaşındayken, iki ay içinde hem annesini hem babasını kaybetti. Bundan bir yıl sonra ise evlendi. Eşi Max, bir işportacıydı. Annie de bazı günlük Boston gazeteleri için reklam alanı satıyordu. Dört yıl içinde üç çocuk dünyaya getirdiler. İyi ama sıradan bir evlilikleri vardı. Ancak Annie, bu sıradanlığı kaldıramayacak kadar zeki bir kadındı.
Şubat 1894’te gazetelerde bir haber çıktı: Eski bir Harvard öğrencisi, bisikletle dünyayı dolaşacağına dair iddiaya girmişti. Ancak iki hafta sonra haberin yalan olduğu anlaşıldı. Fakat bu yalan haber, Annie’ye ilham vermişti. Aynı yılın sonlarında Boston’lı iki zengin adamın, bir kadının bisikletle dünyayı dolaşıp dolaşamayacağı üzerine iddiaya girdikleri öne sürüldü. Kısa süre önce bisiklete binmeyi öğrenen Annie, işte o kadın olacaktı ve 15 ay içinde bisiklet üzerinde dünyayı dolaşmayı başarırsa 5 bin dolar kazanacaktı. Aslında bu bahsin gerçekten yapılıp yapılmadığı bilinmiyor.
Annie’nin bu yolculuğunun kitabını yazan büyük yeğeni Peter Zheutlin’e göre bu, Annie’nin yolculuğunun sansasyonel hale getirmek için bulduğu bir fikirdi. Annie, soyadını da bir sahne sanatçısı gibi değiştirmiş ve kendisini Annie Londonderry olarak tanıtmıştı. Çünkü bir Yahudi olduğunu açık eden gerçek soyadı, o dönem anti-semitizmin yoğun olduğu Boston’da sponsor bulmasını engelleyebilirdi. Ancak Annie, Londonderry soyadıyla bisikletine reklam alarak yolculuğunu finanse etmeyi başardı. Annie Londonderry, 27 Temmuz 1894 günü sabah saat 11’de Boston’dan yola çıktı. Uzun bir etek giymiş, korse ve gerdanlık takmıştı. Yanında başka kıyafetler de vardı. Bir de inci kabzalı bir tabanca. Annie, 24 Eylül’de Chicago’ya vardığında 20 kilo vermişti. Kış geliyordu ve sıradaki durağı San Fransisco’ya varmasının mümkün olmadığını fark etti. Çünkü Columbia marka bisikleti çok ağırdı ve bu bisikletle karlı kaplı dağları geçmesi imkansızdı.
Annie’nin imdadına Sterling Cycle Works firması yetişti ve ona yeni bir bisiklet verdi. Bu bisikletin freni yoktu ancak Columbia’dan aşağı yukarı 9 kilo daha hafifti. Böylece Annie, bu yeni bisikletiyle yeniden yola düştü. Kıyafetlerini de değiştirmiş, artık pileli şort giyiyordu. Bir süre sonra da alışılmadık şekilde erkek bisikletçi kıyafetleri giymeye başlayacak ve kadın giyiminde bir devrim yapacaktı. Annie Londonderry, bisikletini ve kıyafetlerini değiştirdikten sonra dünya turunu tamamlamaya hazırdı. Avrupa’yı geçerken Fransa’da büyük zorluklar yaşadı; gazetelerde giyim kuşamından dolayı ona hakaretler eden makaleler çıkıyordu.
Yetkililer bisikletine ve parasına el koydu. Ancak bu durumdan bir şekilde kurtulmayı başaran Annie, yola devam etti. Asya’yı da bisikletiyle gezdikten sonra 9 Mart 1895’te Japonya’dan demir alan bir gemiyle ABD’ye döndü. San Fransisco’da gemiden indiği gibi tekrar Chicago yoluna düştü. Orada kendisine vaat edilen parayı alacaktı. Yolda kaza da geçirdi, yine de yılmadı. 12 Eylül 1895’te Chicago’ya vardı. 12 gün sonra ise, yola çıktıktan 15 ay sonra, memleketi Boston’daydı. Böylece Annie Londonderry, bisikletle dünyayı dolaşan ilk kadın olarak tarihe geçti.
1947’de hayatını kaybettiğinde, o adına şarkılar bile yazılmış efsanevi bir kişilikti artık.
Krystyna adından da anlayabileceğimiz üzere Polonyalı. 1978 yılında, dünyayı tek başına bir gemiyle gezen ilk kadın. Kırdığı rekor, onu sadece Polonya için değil dünya tarihi için de çok önemli bir yere koyuyor. 2 yıllık süre zarfında Tahiti ve Kanarya Adaları gibi egzotik cennetlere yolunu düşürüyor. Krystyna 1936 yılında Varşova’da dünyaya geliyor. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ailesiyle taşındığı Ostroda şehrinde denizcilikle ilgilenmeye başlıyor.
Bölgenin irili ufaklı birçok gölü var. Bu göllerde yelkenlilerle açılıyor. Çocukken büyük gemilerin onu çok heyecanlandırdığını ve gazete, dergi küpürlerinden bu gemilerin fotoğraflarını kesip biriktirdiğini söylüyor. Gemilere olan bu ilgisi nedeniyle üniversitede gemi mühendisliği okumaya karar veriyor. Polonya’nın kuzey ucundaki liman şehri Gdansk bu bölümü okumak ve denizle haşır neşir olmak için ideal bir adres. Gdansk Teknoloji Üniversitesi’nde gemi mühendisliği okuyan Krystyna, ardından Gdansk limanında gemi tasarlayan ve inşa eden bir firmada iş buluyor. Aynı yıllarda aynı bölümden mezun ve yine bir gemi mühendisi olan Waclaw Liskiewicz ile evleniyor.
Krystyna’nın hikayesi aslında 1975 yılında ‘Dünya Kadınlar Günü’nün ilan edilmesiyle büyüyor. Polonyalı Denizciler Birliği bu karar üzerine neden dünya turu yapması için bir kadın seçmiyoruz diyorlar. Denizciliğin kendisi için bir tutku olduğu ve o tarihe kadar birçok çılgın denizcilik tecrübesine sahip Krystyna bu gezi için biçilmiş kaftan. Krystyna bu rekordan önce hepsi kadınlardan oluşan bir yelken ile Polonya’dan İskoçya’ya açılmış. Bir başka arkadaşı ile Botni Körfezi’nden Baltık Denizi’ne… Bu tecrübesinde arkadaşı ile birlikte nöbetleşe sürdükleri yelkenlide bir kaptan olarak deneyim kazanmış ve bu işi tek başına da yapabileceğini anlamış.
İskoçya’da Danimarkalı bir denizciyle karşılaşmış. Denizcinin ona kurduğu bir cümle ise onu yaptığı şeyin doğru olduğuna bir kez daha inandırmış. Denizci sizce onu kutladı, tebrik mi etti dersiniz? “Kim böyle küçük bir botla Kuzey Denizi’ne açılır? Hem sen bir kadınsın. Git evine. Buraya kadar tek parça geldiğine dua et!” Günümüzde halen karşılaştığımız bu tepkiler bize 1970’lerden sesleniyor. Krystyna’yı daha da gaza getiren ve yaptığı şeyi kesinlikle yapmaya devam etmesi gerektiğine inandıran bu cümleler onun yolunu bir rekorla kesiştiriyor. Krystyna’nın aynı zamanda bir gemi mühendisi olması, gemilerin dilinden, işleyişinden teknik olarak da bu kadar iyi anlaması onun tek başına bir dünya turu yapabilmesi için de ortam hazırlayan bir durum.
Krystyna 1976 yılında eşinin kendisi için, ihtiyaçlarına göre hazırladığı Mazurek isimli bir yelkenli ile dünya turuna başlıyor. Ekstrem hava şartlarından etkilenmemek adına çizeceği rota belirleniyor. Bu yüzden yelkenli Gdansk’tan Kanarya Adaları’na gönderiliyor. Dünya turu burada başlıyor. Sırasıyla Kanarya Adaları, Atlantik Okyanusu, Karayip Denizi, Panama Kanalı ve Pasifik Okyanusu’na ulaşıyor. Bu esnada kimi adalar, ülkelerde yakıl ve çeşitli ihtiyaçları nedeniyle mola veriyor. Pasifik’ten sonra Tahiti, Fiji ve Avusturalya’ya gidiyor. Oradan Hint Okyanusu’nu geçip Ümit Burnu’na bir selam verdikten sonra doğruca kuzeye ilerliyor. 1978 yılında 401 günün ardından, 57,719 kilometre yol kat ettikten sonra Kanarya Adaları’na varıyor. 18 Haziran’da ülkesi Polonya’ya döndüğü zaman o uluslararası bir kahraman artık! Krystyna halen eşi ile birlikte Gdansk’ta yaşıyor. 2009 yılında bir gazeteye verdiği demeç oldukça cesaret verici:
Bilmediğim şeyden korkmadım hiç. Normalde insanlar aksini söyler. Tek başına dünyayı bir yelkenliyle gezmek nasıl olur bilmiyordum. Bu yüzden korkmuyordum da. Denize açıldığım zaman, gerçek özgürlüğü hissettim. Sanki şöyle bir şeydi: Sadece istediğin şeyi yapmak. Tabi bazen de yapman gerekeni. Limit yoktu. Hayatımın hiçbir anında bu kadar özgür hissetmemiştim.
***
Listemizin şimdilik sonuna geliyoruz. Fakat tarihin kadın gezginleri bunlarla sınırlı değil elbette. Ben hikayeleri en etkileyici öncüleri olanlardan seçmek istedim.
Günümüzde dünyanın her yerini, korkusuzca gezen kadın gezginler var. Onların hikayelerine de kulak vereceğiz.
Fakat dünyayı zeplinle dolaşan Grace’i, tek başına bir yelkenlide yedi denizi geçen Krystyna’yı, Lübnan aşığı Hester’i ve daha nicelerinin hikayesini birbirimizle, dünyayla paylaşmak görevimiz!