Nostaljik hisleri seviyoruz, eskiye dair özlemimizle sürekli geçmişe takılıp gidiyoruz geleceğe doğru. Tek başımıza koltuğumuza oturup elimize kahveyi aldığımız an belki bir kahve kokusunda, belki de sehpanın üzerinde gördüğümüz tozlarda geçmişi arıyoruz. Eski fotoğraflarımıza bakıyoruz ve düşüncelere daldıkça dalıyoruz. Adeta sessiz bir diyaloğa giriyoruz kendimizle ve o diyalog uzuyor, gidiyor…
Bu yazımızda sizlere tam da o hissi canlandıracak şehirlerden bahsedeceğiz. O şehirler terk edilmiş, tıpkı hepimizin zamanında bırakmak zorunda kaldığı anılarla dolu şehirler gibi.
Ama hepsinin de bir hikayesi var takdir edersiniz ki. Okudukça bizler de gideceğiz geçmişe, belki de o şehirlerin, köylerin ve kasabaların tanıkları olarak.
Görelim bakalım, uzun hikayelerin başrolleri olan bu terk edilmiş şehirler neler yaşayıp neler görmüş?
İçindekiler
Çernobil nükleer faciasının bir benzeri de 2011 yılı mart ayında Japonya’nın Fukushima kentinde yaşanıyor.
1971 yılında faaliyete geçen Fukushima Nükleer Santrali, 9,0 şiddetindeki deprem ve ardından oluşan tsunami sebebiyle önlenemez bir faciaya yol açıyor. Fukushima Tokyo’dan 300 kilometre uzakta ve Pasifik’e kıyısı bulunan bir kent.
Denize olan kıyısı sayesinde nükleer santral inşasına uygun bulunmasının ardından yaşanan felaketle birlikte günümüzde tek bir insanın bile yaşamadığı bir hale bürünmüş.
Çernobil’deki durumun aksine Fukushima’daki patlamanın nedeni deprem yüzünden aşırı derece ısınıp eriyen nükleer reaktörün olduğu biliniyor.
Söz konusu nükleer patlamadan önce tarım cenneti olarak bilinen Fukushima’dan facia nedeniyle 300 binden fazla kişi göç etmiş. Suların radyoaktif maddeden zehirlendiği, toprağında bir daha hiçbir tarım ürününün yetiştirilemeyecek olması nedeniyle Fukushima’da insan yaşamı sona ermiş.
Hala nükleer felaketin izlerini taşıması sebebiyle bölgeye hiç kimsenin ayak basmasına izin verilmiyor.
2008 yılının mayıs ayıydı; Çin’in Sichuan eyaletindeki yetkililer Beichuan şehrinin komşu bir ilçeye taşınabileceğini ve eski şehrin terk edildiğini açıkladı.
Beichuan o ay 50.000’den fazla insanın öldüğü depremle derinden sarsılan yerlerden biriydi ve deprem şehirdeki çoğu binanın yıkılmasına neden olmuştu. Bundan dolayı da şehir insanların yerleşimi için güvensiz kabul edildi.
Takvimler 26 Nisan 1986’yı gösteriyordu, Ukrayna’nın o dönemki Sovyet eyaletinde Çernobil’deki nükleer enerji santralinin 4 numaralı reaktöründe bir patlama meydana geldi.
Nükleer enerji üretimi tarihindeki en büyük felaketti ve patlama ile yayılan radyasyon 2006 yılına kadar Ukrayna, Rusya ve çevre ülkelerdeki binlerce insanın ölümüyle sonuçlandı.
Sovyet yetkilileri tehlikede olanları uyarmak için yeterince hızlı davranmadıkları için eleştirildiler. Nihayetinde şehirler tahliye edildi ve hükümet hizmet dışı bırakılan enerji santralini çevreleyen dışlama bölgesi adı altında neredeyse 29 kilometrelik bir kapalı alanı inşa etti.
44.000 kişinin yaşadığı şehir felaketin yaşandığı alandan sadece 5 kilometreden az bir mesafede bulunuyordu ve 60 saat içinde tahliye edildi.
Radyasyon nedeniyle Pripyat’ın yüzlerce yıl boyunca insan yerleşimi için uygun olmayacağı tahmin ediliyor.
Birkaç cesur ruh dışlama bölgesindeki tehlikeleri görmezden gelip Pripyat’a girdi, manzaraları kaydedip rapor etti ve hatta bazıları kasabayı yağmaladı. Terk edilmiş şehirde bitki örtüsü gelişmişti, futbol stadyumu yerini bir ormanla değiştirmişti.
Zamanın dondurulduğu Pripyat’ta ayılar ve geyikler gibi yaban hayat çöken binaların içinde devam ediyor.
Yataklar hala çarşaflarla kaplı, masalar Mayıs kutlamaları için süslerle dolu, eski okul odaları hala dekorasyon içinde. Bir zamanlar yüksek binalar ve eğlence parkına ev sahipliği yapan şehirde bugün dönme dolap hala bulunuyor ve arabalar paslanmış durumda.
Bitki örtüsü bir zamanlar beton ve insanlarla kaplanmış alanı yenmiş durumda.
New York’ta yer alan Kuzey Kardeş Adası zaman zaman tifo salgını gibi ölümcül hastalıkların hüküm sürdüğü bir yer olarak biliniyor.
Salgın hastalıktan korunmak amacıyla burada bulunan Riverside Hastanesi’nin tecrit vazifesi görecek şekilde kullanıldığı biliniyor.
Tifo salgınının baş gösterdiği Typhoid Mary’nin evi Kuzey Kardeş Adası’nda yer alıyor.
Hastalığın yayıldığı ve karantina amaçlı olarak ünlenmesi dolayısıyla Kuzey Kardeş Adası zaman içerisinde halkın ayak basmasına izin verilmeyen terk edilmiş bir yer olarak dünyada yerini alıyor.
Oficina La Palma’nın nitrat madenciliği merkezi olarak 1862 yılında kurulan küçük kasaba 1925 yılında kasabanın zenginliğinin güçlenmesini isteyen İngiliz maden müdürü tarafından Humberstone olarak yeniden adlandırıldı.
Hem Humberstone hem de yakınlarındaki Santa Laura paylaşılan nitrat üretimi için bir araya geldi. İki kasaba 1930’larda ve 40’larda bir kombine nitrat madenciliği ve işleme merkezi olmanın heyecanını yaşıyordu.
Gübrenin önemli bir bileşeni olan nitrat 30’lu yıllarda ucuz bir sentetik olarak üretildi. Madencilikteki nitrat ihtiyacının azalmasıyla kasabalar inşa ettikleri sanayinin yanı başında 30 yıl sürecek bir düşüşe geçmeye başladı.
Bir avuç dolusu insanı desteklemeye devam eden fabrika ofisleri 1961 yılına gelindiğinde tam olarak kapatılmamıştı. Bu iki kasaba son sakinlerinin de terk etmesiyle tamamen hayalet durumuna geçti.
Fabrikalarda makinelerin kalıntıları ve işçi evleri günümüzde hala mevcut olsa dahi bir miktar daha aşınmış durumda.
Humberstone Oteli’nin yüzme havuzu boşaltıldı ancak dalış panosu hala yerinde duruyor. Terk edilmiş okul ve tiyatro da aynı şekilde.
Ancak Humberstone ve Santa Laura bu sefer geniş bir müze olarak yeni bir hayata sahip olacak.
Terk edilmelerine rağmen bir zamanlar içinde yaşayan toplumun ruhu unutulmadı. 1970’te Şili hükümetinin bu iki kasabayı da ulusal anıtlar olarak ilan etmesinden sonra 2005 yılında UNESCO tarafından Dünya Miras Alanı ilan edilmeleriyle kasabaların yıkımı engellenmiş ve gelecekte korunmalarının sağlanacağı garanti edilmiş oldu.
Bir zamanlar Amerika’nın en büyük 3. şehri olan Detroit, nam-ı diğer Motor Şehri, dünyada otomotiv endüstrisinin kalbinin attığı yer olarak anılıyordu.
Henry Ford’un montaj hattının iyileştirilmesi ile 1920’lerde seri otomobil ve kamyon üretimine yönelmesiyle şehir de hızla genişledi.
Bölgede istihdam oranı ve gelir düzeyi yüksek olan zengin binalar Detroit’in merkezine yerleşmeye başladı, Ornately şehrin tiyatroların ve ofis binalarının mimarilerini detaylandırdı ve süsledi. Kalabalık bir şehirdi ve binalar da otomobil endüstrisinin zenginliğini ve gücünü temsil ediyordu.
1970’lerde ve 80’lerde Amerikan otomotiv endüstrisinin düşüşe geçmesiyle şehir bu düşüşü yansıtmaya başladı. 1979 yılında araba üretiminin üç büyük firması Ford, General Motors ve Chrysler ABD’de satılan tüm araçların yüzde 90’ını üretmişti, 2005 yılına kadar bu oran yüzde 40’a düştü.
Detroit’in ölümüne neden olan sadece yabancı araba üreticilerinin rekabeti değildi. Banliyöleşmenin de payı vardı, insanlar şehir dışına çıkmaya başladıkça paralarını da yanlarında götürdüler.
Aynısı otomobil üreticileri için de geçerli, otomobil patlaması devam ettikçe otomotiv fabrikaları da büyüdü. Rağbet görmesiyle araba şirketleri banliyölerde daha yeni ve büyük tesisler açtı.
Detroit’in tüm kesimleri terk edilmeye bırakılmışken, bir yandan da çökmeye başlayan binalar zoraki ayakta kalan binaların yanında bomboş duruyordu.
Detroit çökmeye başlamıştı, bina sahipleri kiraya veremedikleri ve satamadıkları için yatırımlarını çürümeye bıraktılar. Diğerleri binaları yeniden canlandırmaya ve tekrar inşa etmeye çalıştı. Bazı sahne tiyatroları sinema salonları olarak yeniden açıldılar, sonrasında müşteri eksikliği yüzünden birçok bina terk edilmeye başladı.
Yılların otelleri, kiliseleri, ofis binaları, evleri, tiyatroları, fabrikaları ve mağazaları çürümeye başladı. Şimdilerde ise terk edilmiş alanların çoğu, eski binaların üzerine inşa edilen yeni binalar ve otoparklarla dengeleniyor.
Ve bu sıra dışı geleneğin kentsel yıkım üzerinde bir etkisi oldu. 1970’lerde vandallar Cadılar Bayramı arifesinde Şeytan Gecesi geleneği ile boş ve işgal edilmiş binaları yaktılar, bu gelenek 1990’lara kadar sürdü. Özellikle 1984 yılında zirveye çıktı ve 30 Ekim’den 1 Kasım’a kadar 800 yangın çıkarıldı.
Nagazaki sahilinde bulunan yaklaşık 15 dönümlük kayalık Hashima Adası küçük olmasına rağmen büyük önem taşıyordu.
Japonya için neredeyse yüzyıllık süreçte büyük bir kömür madenciliği merkezi olan ada okyanus tabanına inen bir kömür yatağının üzerinde oturuyor.
Mitsubishi Hashima Adası’nı 1890 yılında yerel ailelerden satın aldı ve böylece adanın en parlak günleri başlamış oldu.
Şehir merkezine 29 kilometre uzakta olduğu için çalışanlarının her gün adaya feribotla gitmesindense adaya konut inşa etmek Mitsubishi’nin daha çok işine geldi ve apartman blokları birer birer inşa edilmeye başladı. Aileler sıkışık lojmanda mutfakları ve tuvaletleri paylaşarak kullanmaya başladı.
Sonrasında sinema, doktor ofisi, oyun salonları, restoranlar ve barlar da eklendi ve ada gelişmeye başlayan mikrokozmos topluluk haline geldi. Tüm bu kompleks yeraltı tünelleriyle bağlandı ve 1959 yılında ada dünyanın en yoğun nüfuslu şehri oldu.
2. Dünya Savaşı sonrası çalışanlar yaşamlarını daha da geliştirdi, radyo, sinema ve televizyon savaş sonrası tanıtıldı.
Ne yazık ki Hashima Adası’nın altın çağı da kısa sürdü. 1974’ün Ocak ayında dünyanın tercih edilen enerji kaynağı petrolün takviyesini yapan kömürle Mitsubishi madenin kapanabileceğini açıkladı.
Aynı yıl Nisan ayına doğru adanın son sakinleri de feribotla anakaraya götürüldü ve ada kalıcı olarak kapatıldı. Halen doktor ofisinde hala bir X-ray makinesi ve tepe lambalı muayene sandalyesi, kırık çocuk oyuncakları apartman bloklarındaki boş evlerde bulunuyor.
Kenti birbirine bağlayan tüneller şimdilerde grafiti ile süslenmiş durumda. 30 yıldan fazla süren ihmalkarlığı düşünürsek adanın yapıları hala iyi durumda, bazı taş duvarlar kazınmış ve ufalanmış olsa da beton yapılar oldukça sağlam.
Kırık pencereler ve apartmanın koridorları boyunca sıralanan korkuluklar tehlikeli görünse de şirket ofislerindeki koridorlar ilginç bir şekilde zarar görmüyor.
Japon yetkililer adanın bir Dünya Miras Alanı olması için başvuruda bulundular, kim bilir belki de ileride adayı ziyaret edebilecek konumda oluruz?
Üzerine filmlerin çekildiği Oradour-sur-Glane katliamı, ne yazık ki 2. Dünya Savaşı döneminde yaşanan insanlık ayıbı hikayelerden sadece bir tanesi.
Özetle anlatmamız gerekirse savaş sırasında katledilen 642 insanın anısı hala yürekleri sızlatıyor.
10 Haziran 1944 günü Alman işgali altında kalan bu Fransız köyünden kaçmayı başarabilen birinin anlattığına göre yavaşça ölmeleri için insanların bacaklarına ateş edilmiş, hareket edemeyecek duruma geldikleri zaman da bir ahıra kapatılmışlar ve ahır ateşe verilmiş, kilisede tutulan kadınlar ve çocuklar kaçmaya çalışırken makineli tüfeklerle öldürülmüş.
Sonrasında yıkılan köyün kalıntıları günümüzde ölülerin anıtı ve katliamı hatırlatıcısı olarak duruyor.
Tayvan’ın kuzey kesiminde yer alan San Zhi zamanında her türlü imkanın bulunduğu bir tatil köyü olması amacıyla inşa edilen bir kasaba olarak biliniyor.
Tayvan turizminin geliştirilmesi ve dünya çapından turistlerin ağırlanabilmesi için inşasına başlanan San Zhi yapım sürecindeki talihsiz kazalar nedeniyle yarım bırakılarak kaderine terk edilmiş.
1970’li yıllarda inşa edilmeye başlayan bu kentte en dikkat çekici yön ise UFO’ya benzer görünümde olan evler oluyor. Bu UFO evler yapılırken birbiri ardına yaşanan ölümcül iş kazaları sebebiyle inşaat firmaları sırayla projeyi bırakıp gitmiş.
Talihsiz kazalar silsilesi inşaatın peşini bir türlü bırakmadığı için de San Zhi kasabası zamanla lanetli oluşuyla ünlenmiş.
Çok sayıda iş kazası ve intihar vakalarının görüldüğü San Zhi’de yatırımcı şirketler iflas ettiği için inşaat öylece bırakılmış ve kasaba kendi haline terk edilmiş.
Hayaletli kasaba olarak anılmaya başlanması ve uğursuz olduğu düşünülmesi sebebiyle de günümüze dek hiçbir firma tarafından inşaata devam edilmesi düşünülmemiş.
Bu kasabada yaşanan aksilikler zaman geçtikçe dilden dile yayılarak efsane halini almış. Halkın inanışına göre UFO evlerinin yapımına başlanmadan önce alan açılması için yıkılan devasa ejderha heykelinin ardından heykelin laneti kasabayı sarmış, intihar ve toplu ölüm vakalarına yol açmış.
Bazı kişiler tarafından da terk edilen kasabadaki hayaletlerin seslerinin duyulduğunun yayılması üzerine San Zhi’ye yaşamak için bir daha kimse geri dönmemiş.
Yapımına başlandığında zamanın ruhunun çok ötesinde olacağı planlanan ancak sonu hüsranla biten San Zhi kasabası günümüzde hayalet şehirleri merak eden ve fotoğrafçılıkla ilgilenen turistlerle doluyor.
Dünyada örneğine az rastlanacak cinsten UFO dairesi şeklindeki yarım bırakılmış binaları görmek, ıssız atmosferi hissetmek ve boş sokaklarda yürüyerek fotoğraf çekmek istiyorsanız San Zhi’yi mutlaka görmelisiniz.
Luderitz limanından birkaç kilometre iç kısımda kalan küçük Kolmanskop Kasabası, 1908 yılında Zacharias Lewala’nın çalışırken bir elmas bulup süpervizörüne göstermesiyle parlamaya başlıyor.
Alanın elmasla zengin olduğu keşfedilince çalıştıkları Alman şirket harekete geçiyor ve Alman hükümetinin işaretiyle çalışmalara başlanıyor.
İlk elmas madencilerinin muazzam zenginliklerinden etkilenen köy sakinleri, köyü bir Alman kasabasının mimari tarzında inşa ediyor ve hastaneden balo salonuna, elektrik santralinden okula, kayak pistinden tiyatro ve spor salonuna kadar birçok kurumun kurulmasına destek oluyor. Sadece bu imkanlarla da sınırlı kalmayıp kumarhane, buz fabrikası, x-ray istasyonu ve Afrika’daki ilk tramvay kuruluyor.
Elmas tarlası yavaş yavaş tükenmeye başladığında yani 1. Dünya Savaşı’ndan sonra kasaba tabir-i caizse ölmeye başlıyor.
Kasabanın yok oluşunun hızlanmasına neden olan asıl olay ise 1928’de keşfedilen zengin elmas yataklarının keşfi.
Kolmanskop’un 270 kilometre güneyindeki sahil teraslarındaki keşifle birlikte kasabadaki sakinlerin çoğu evlerini ve tüm mallarını geride bırakarak bu yeni keşif yerine katılıyor.
Tamamen terk edilen Kolmanskop kasabasının şu anki yegane sakinleri kuşlar, sırtlanlar ve diğer hayvanlar. Namib Çölü’ndeki kısıtlı alan olarak kalan kasaba günümüzde konumu nedeniyle turistlerin girebilmesi için özel izin şartı koşuyor.
Herculaneum gibi Pompeii de antik Roma çağında İtalya’nın zevk ve sefa ile adından söz ettiren bir şehri olarak tarihte biliniyor. Esasen Napoli’ye bağlı olan Pompei Campania bölgesinde konumlanıyor.
Yaşam belirtilerinin Milattan Sonra 62 yılına kadar uzandığı Pompei tarihi boyunca depremlerin ve yanardağ faaliyetlerinin hakim olduğu bir yer olarak biliniyor.
Varlığından günümüze dek en az 50 defa patlamanın yaşandığı Vezüv Yanardağı’nın sonuncusu Pompei’de yaşama son vermiş. MS 79 senesinde vuku bulan bu afet nedeniyle Pompei’nin tamamı küller altında kalmış. Yüzyıllarca böyle bir kentin varlığı bilinmezken 1748 yılında Kral 3. Charles’ın hazinesi için yapılan kazılar esnasından tesadüfen bulunmuş.
MS 24 yılında Vezüv Yanardağı Hiroşima’ya atılan atom bombasının 100 bin kat daha şiddetlisi ile patlamış. Patlamanın yaşandığı sırada kentte o dönem için fazlasıyla kalabalık olarak kabul edilebilecek düzeyde 20 bin işinin ikamet ettiği biliniyor. Yalnızca birkaç dakikalık zaman dilimi içerisinde yanardağdan çıkan lavlar Pompei’yi tamamen kaplamış.
Zevk-ü sefa içerisinde yaşayan halkın yanarak öldüğü Pompei küllerin etkisiyle korunarak günümüze kadar gelebilmiş. Dönemin antik Roma’sını en net şekilde gözler önüne seren Pompei adeta bir açık hava müzesi olarak turistleri selamlıyor.
Oldukça geniş bir alan üzerine kurulu olan Pompei’yi gezebilmek için en az 1 gün ayırmanızı tavsiye ediyoruz. Bir günlük giriş için 11 Euro tutarındaki biletlerden satın alabilirsiniz. Ancak buraya daha fazla zaman ayırmak niyetindeyseniz 3 günlük 20 Euro’luk biletlerden almanız daha ekonomik olacaktır.
Pompei haftanın 7 günü boyunca saat 08.30 ve 17.30 arasında ziyaretçilerini ağırlıyor. Pompei’yi gezmeye ilk olarak Antiquaium’dan başlamanızı öneriyoruz. Burada tüm şehre ait genel geçer bilgiye sahip olabileceğiniz türden eserleri bulabilirsiniz. Günlük yaşamda kullanılan araç ve gereçler, mobilyalar, ev eşyaları sergilenen eserler arasında yer alıyor.
Ardından mermer sütunlarla çevrelenen Forum’a gelerek o dönemki halkın nasıl bir şatafat içerisinde yaşadığına tanıklık edebilirsiniz. Daha sonra Stabian Banyoları’nı, 5 bin kişilik devasa amfi tiyatroyu ve Gizemler Villası’nı görebilirsiniz.
Milattan Önce 2. yüzyılda yaptırılan bu villa hiçbir zarar almadan günümüze ulaşmayı başarabilmiş. Dört bir yanında farklı eğlencelerin düzenlendiği, her türlü sapkınlığın vuku bulduğu, vahşetin eğlence olarak izlendiği Pompei’ye geldiğinizde bir şehrin nasıl yok olduğuna şahitlik edeceksiniz.
Göreceğiniz taşlaşmış figürler karşısında şaşkınlığınıza engel olamayacaksınız. Pompei yaşamınız boyunca bir kereliğine de olsa mutlaka görmeniz gereken tarihi yerlerin başında geliyor. Buranın korkutucu atmosferine kapılarak tarihi havayı solumalı, yaşanan felaketin boyutlarını kendi gözlerinizle görmelisiniz.
Hong Kong’un kuzey kesiminde kurulan bu şehrin bir dönem ülkenin en kalabalık şehirleri arasında yer aldığı biliniyor.
1950’li yıllardan 1993’e kadar binlerce kişinin bir arada yaşadığı bu şehir son derece tekinsiz ve suçun kol gezdiği bir yer olarak ünlenmiş.
Kawloon Walled City önceleri Çin’in askeri merkezi olarak bilinirken zaman içerisinde yozlaşarak adeta büyük bir gecekondu köyüne dönüşmüş.
2. Dünya Savaşı’nın ardından yaşanan büyük göç dalgasıyla nüfusun barınma ihtiyacı inşa edilen gecekondular ile karşılanmaya çalışılmış.
Dönemin koşullarına göre fazlasıyla kalabalık olarak kabul edilen 33 bin kişilik nüfusa uyuşturucu, kumar ve fuhuşun hakim olduğu biliniyor. Hiçbir kolluk kuvvetinin bulunmadığı Kawloon Walled City’de suç oranları her geçen gün katlanarak artmış.
Çin ve İngiliz ortak yönetimi altında bulunan bu şehir sürekli artan suç oranları, her gün yaşanan ölümlü vakalar, çarpık kentleşme ve yaşamaya elverişsiz güvenlik koşulları nedeniyle lağvedilmiş.
1987 yılından alınan bu kararla birlikte 5 yıllık bir süre zarfında şehirde yaşamakta olan 33 bin kişinin başka yerlere taşınması sağlanmış.
Şehir tamamen boşaltıldıktan sonra yaşama dair hiçbir iz kalmayacak şekilde Kawloon Walled City’nin yerle bir edildiği edinilen bilgiler arasında yer alıyor.
Herculaneum Napoli’nin 13 kilometre güneyinde konumlanıyor. Buraya Napoli’den bineceğiniz trenle kolayca ve ucuz yoldan ulaşabilirsiniz. Günde 2 kez düzenlenen tren seferiyle kente vardıktan sonra kısa bir yürüyüş mesafesinin ardından Herculaneum’u keşfetmeye başlayabilirsiniz.
11 Euro tutarındaki giriş ücretini verdikten sonra gün batana kadar Herculaneum’u gezmeniz mümkün. Uzun yıllar boyunca Pompei’den farklı olarak Vezüv’ün yakıcı etkilerinden halın kaçtığı düşünülen Herculaneum’un keşfedilme hikayesi de oldukça ilginç.
İlk olarak 1709 yılında bir villa inşaatının kazısı esnasında tesadüfen bu döneme ait bir tiyatronun mermer parçalarına rastlanılması sayesinde Herculaneum’un varlığı keşfedilmiş. Bu tarihe kadar herhangi bir ize rastlanmaması o dönemde yaşayan halkın Vezüv Yanardağı patlamasından kaçarak kurtulduğuna inanılmasına sebep olmuş.
Daha sonra 1750-1765 yılları arasındaki arkeolojik kazılar sayesinde bu antik kente ait şehir planı çıkarılmış, tüneller bulunmuş. Ancak ilginç bir şekilde hiçbir ceset parçası yine de bulunamamış. Ta ki ilk kazının üzerinden 270 yıl geçmesinin ardından antik kente ait limanın bir odasında yüzlerce cesede rastlanılana kadar.
Bulunan cesetlerle birlikte halkın Vezüv patlamasından kaçtığına dair inanış da yerle bir oluyor. Edinilen bilgilere göre lavlar altında kalan kentten kaçmak isteyen insanlar gemilere binme amacıyla limana sığınmış. Fakat oluşan tsunami sebebiyle gemiye binemeyen insanlar limandaki odalara sığınarak can vermiş.
1980’li yıllarda yapılan arkeolojik kazılar sonucunda 1500’den fazla cesede ulaşıldığı biliniyor. 1 saatlik bir zaman dilimi içerisinde Herculaneum’u baştan sonra gezebilirsiniz.
Buraya geldiğinizde Roma banyolarını, Papyri Villası içindeki kütüphaneyi görmelisiniz. Kütüphanede onarılmış olan parşömenleri bulabilirsiniz.
Pompei’den daha iyi korunmuş durumda olan Herculaneum’a gelerek doğal afet sonucu terk edilen bu antik kentin tarihi atmosferini hissetmenizi öneriyoruz.
Fransa’nın Limoges adlı şehrine yakın mesafede yer alan Oradour sur Glane isimli şirin kasabanın Nazi işgali altına girmesi ile birlikte talihsiz serüveni de başlamış oluyor.
2. Dünya Savaşı sırasında müttefik kuvvetlerinin Fransa’daki Normandiya bölgesine ayak bastıktan sonra ülkenin içlerine kadar ilerlemesiyle birlikte Oradour sur Glane’de katliam başlamış oluyor.
10 Haziran 1944’te Nazi subaylarının oluşturduğu Waafen SS adı verilen tugay tarafından kasabada yaşayanlar topluca öldürülüyor. Katledilen toplam 642 kişiden 207’sinin çocuk olduğu bilgisi burada yaşanılan trajedinin ne kadar büyük boyutlarda olduğunun acı bir göstergesi.
Kent meydanında öldürülen 642 kişinin ardından birkaç saatlik kısa bir zaman dilimi içerisinde de kasabadaki tüm yaşamsal faaliyetler son buluyor.
Zamanında sokaklarında çocukların oynadığı ve halkın huzurla yaşadığı Oradour sur Glane Nazilerin işgali altına girerek ve daha sonra da tarumar edilerek günümüzdeki terk edilmiş haline bürünüyor.
Hiç kimsenin yaşamadığı bu hayalet kasaba savaşın üzerinden yıllar geçtikten sonra adeta açık hava müzesi haline getirilerek savaşın gerçek yüzünü görmek isteyen ziyaretçilerini bekliyor.
İnsan vahşetinin tüm çıplaklığı ile gözler önüne serildiği bu kasaba üzücü hikayesiyle dünya üzerinde görülmeye değer yerler arasında bulunuyor.
Kardeş ülke Azerbaycan’ın ürkütücü şehri bir zamanlar gelişmekte olan 150.000 kişinin yaşadığı bir yerdi.
1993 yılında Dağlık Karabağ Savaşı’nda kaybedilen Ağdam’da tam olarak savaş ortamı olmadıysa bile Ermeniler tarafından işgal edilirken vandalizm kurbanı oldu.
Binalar yaldızlı ve boş, sadece duvar yazılarıyla kaplı cami sağlam kalmış.
İşgal sırası yerleşim merkezinin tamamen harap edilmesiyle sakinlerinin Azerbaycan’ın içlerine göç etmesinden sonra İran’ın diğer bölgelerine taşınan Ağdam, günümüzde hayalet şehir olarak varlığını sürdürüyor.
400 yıldan fazla bir süredir terk edilmiş durumda olan Mandu, zamanında Kuzey Hindistan’da bir Müslüman devletin başkentiydi.
Kraliyet sarayı ve cami gibi birçok göz kamaştırıcı kalıntıya ev sahipliği yapan antik kentin Narmada Nehri’nin hemen yukarısındaki büyük bir platoyu ele geçirmesinden sonra Nil Kanth Sarayı Hindu Tanrıçası Shiva için önemli bir hac noktası.
Günümüzde Mandu ne durumda? Şehrin şimdiki tek sakinleri tepenin yamacında yaşayan çingene kabileleri.
Önceki verdiğimiz örneklere göre listemizdeki 10. terk edilmiş yer biraz daha masum kalıyor.
Dağılışından sonra terk edilen şehirlerden biri olan Sovyet şehri Kadykchan’ı sakinleri su, eğitim ve sağlık gibi hizmetlere erişebilmek için terk etmek zorunda kaldılar. Devlet iki haftalık bir süre boyunca onları başka kasabalara, yeni evlerine taşınmalarını sağladı.
Zamanında 12.000 kişiye ev sahipliği yapan maden kasabası şehri şu an ıssız. Şehirden ayrılmak için aceleyle taşınmaya çalışan sakinler eşyalarını evlerinde bıraktılar ve günümüzde bu boş şehirde yılların eskittiği oyuncaklar, kitaplar, kıyafetler ve daha bir sürü şey bulunuyor.
Kanada’nın British Columbia eyaletinin hayalet kasabası Cody, bir zamanlar çoğunlukla Noble Five Mine tarafından istihdam edilen yaklaşık 250 kişinin yuvasıydı ve Slocan Sovereign, Noble Five, Noonday ve American Boy isimli birkaç eski maden sahası tarafından çevrelenmişti.
1890’larda British Columbia’da gümüş patlaması sırasında “Hayaletler Vadisi” olarak adlandırılan bir bölgede kurulan küçük Cody kasabası, gümüş madenci Henry Cody’nin adını aldı.
Kasaba sakinleri tarafından diğer daha büyük şehirleri geride bırakacağına inanılan kasaba tüm bu hayalleri suya düşürdü. Başarısının zirvesindeyken sadece 150 kişiye ev sahipliği yapan Cody, daha fazla insanı cazibesine inandıramadığı için 1910 yılında terk edildi.
Kömür, elmas ve nitrit gibi madenlerin çıkarıldığı ve bir süre sonra terk edildiği madenle ünlenen şehirlerden birisi de Amerika’nın Pelsilvanya eyaletinde yer alan Centralia olarak karşımıza çıkıyor.
Sürekli sis ve siyah dumanların hakim olduğu bu kasabada 1960’lı yıllarda 5000 kişinin yaşadığı biliniyor. 1960 yılında atıkların yakılması amacıyla oluşturulan ateşin yer altındaki kömür madenlerine sıçraması sonucunda kasabanın çeşitli yerleri yer altından yanmaya başlıyor.
Günümüzde hala yer altındaki yangının devam etmesi sebebiyle kasabanın çeşitli yerlerinde yerden süreli olarak sis ve dumanın çıktığını görebilirsiniz. Oksijenin neredeyse yok olduğu bu korkunç kasabada hala 4 kişinin mevcudiyetini koruduğu söylentiler arasında yer alıyor.
Adeta bir korku filmi setine benzeyen Centralia’da yeraltındaki ateşin 180 derecelik bir sıcaklıkta olduğu tahmin ediliyor. Kömür madenlerindeki bu yangının 250 yıl daha söndürülemeden devam edeceği de yayılan söylentiler arasında. Dışarıya sürekli olarak zehirli gaz çıkışının olması yüzünden hiç kimse bu kasabaya ayak basamıyor.
Tablomsu manzaralar sunan birçok Orta Çağ İtalyan kasabası gibi Balestrino da çarpıcı tepesiyle değerli bir yer; tabii günümüzde bunun pek bir önemi kalmamış olsa da.
Zamanında San Pietro dei Monti’nin Benedictine manastırına ait olan Balestrino, nüfusunu kaybetmeye 19. yüzyılın sonlarında başladı. “Nasıl başladı?” derseniz depremlerin bölgeye ve mülklere zarar vermesinden dolayı nüfusta azalmalar meydana geldi diyebiliriz.
1953 yılında tamamen terk edilen Balestrino kasabasının hiç dokunulmamış kısımları şu anda yeniden yapılanma için planlama sürecinden geçiyor. Böylece bizce kasabanın terk edilmişliği son bulacak, sizce de öyle mi?
Karşınızda dioksin barındırdığı için terk edilen bir kasaba var! Ve barındırması kadar önemli bir nokta daha var ki, o da Times Beach, ABD tarihinde en büyük sivil dioksine maruz kalan yer olmuş.
Dioksinin toprağa nüfuz etmesi ve su baskınının kasabaya yayılmasıyla yaşayan 2200 insan kasabayı terk etmeye başlamış, kasaba 1983 yılında tamamen tahliye edilmiş ve 1985’te Missouri Eyaleti Times Beach’i resmi olarak feshetmiş.
Hayalet kasaba şu an Chicago, Illinois’den Los Angeles, Kaliforniya’ya kadar uzanan ünlü Route 66 otoyolunun anısına 1999 yılında açılan 419 dönümlük devlet parkına ev sahipliği yapıyor.
Özetle uzun bir temizlik çalışmasının sonnucunda kasaba Route 66 Eyalet Parkı olarak yeniden doğdu.
İlginizi çekerse diye bir film önerisi bırakalım buraya, Ken Friedman’ın yönettiği 1987 yapımı Made in USA filminde Times Beach’e kısmen atıfta bulunuluyor.
Dünya Savaşı’nda kaybedilen başka bir köyden bahsedeceğiz şimdi. Biz bu tabiri kullandık ancak Tyneham asıl olarak “Dorset’in kaybettiği köy” ismiyle anılıyor.
Savaş sırasında bir ordu üssü olarak kullanılmak üzere Savunma Bakanlığı kontrolü altına alınan Purbeck Adası, üzerindeki Tyneham’ın vatandaşları, savaş bittikten sonra evlerine kavuşacakları vaat edildiyse bile hiçbir zaman evlerine dönemediler.
İşte tam da o dönemden beri hayalet olarak varlığını sürdürmeye başladı, günümüzde okul binasıyla kiliselerin dışındaki kalıntılarda in cin top oynuyor.
Şimdi iç sızlatan bir detaya geliyoruz, kilisede bulunan bir işarette tam olarak şu cümleler yazılı: “Lütfen kiliseye ve evlere özen gösterin; insanların özgür kalması için ve savaşın kazanılmasına yardım etmek için çoğumuz nesiller boyu yaşadığı evlerden vazgeçti. Bir gün mutlaka geri döneceğiz, köye nazik davrandığınız için teşekkür ederiz.”
Şili’de yer alan Chaiten adlı kasaba 2008 yılında meydana gelen şiddetli volkanik patlama yüzünden bir gece gibi kısacık bir süre içerisinde boşaltılarak kaderine terk edilmiş.
Volkanik patlamadan önce kasabadan insanların ayrılması sağlanmasaydı büyük çapta ölümlerin yaşanacağı edinilen bilgiler arasında yer alıyor.
Kasabanın neredeyse tamamına nüfuz edecek şekilde oluşan volkanik patlama sonucunda tüm kasaba toprağının küle dönüştüğü biliniyor.
Söz konusu doğal afetten önce Chaiten, 10 bin kişilik nüfusa sahip olan önemli bir liman kenti iken günümüzde hiç kimsenin ayak basmadığı bir hayalet kasaba halinde.
2008 yılındaki patlamanın ardından her an yeni bir volkanik olayın oluşması tehlikesiyle karşı karşıya olunması nedeniyle Chaiten’e yerli halkın geri dönmesine izin verilmiyor. Bu riskli durum sebebiyle Chaiten kenti orijinal konumuna 10 kilometre kadar uzakta olan daha güvenli yeni bir yer üzerine yeniden kurulmaya başlanmış.
Volkanik patlamanın nispeten daha yakın geçmişte meydana gelmesi ve her an yeni bir patlamanın oluşması riskine bağlı olarak Chaiten’e turist girişi de yasak.
Tüm kentin lav tabakası altında kalması yüzünden oksijenin yaşamsal oranlar altına düşmesi sonucunda yalnızca gaz maskesi takmak sureti ile bu hayalet kasabaya ayak basılması mümkün. Bu durum da Chaiten’in kelimenin tam anlamıyla bir hayalet şehir oluşunu doğruluyor.
Rivayete göre W.S. Body adındaki Amerikalı madenciden adını alan bu kent dünya çapında ilgi çeken bir hayalet şehir olma özelliğini elinde bulunduruyor.
Bodie’ye altın madeni aramak amacıyla gelen madenci kafilesinin kar fırtınasında hayatını kaybetmesi ile birlikte Bodie’nin terk edilme serüveni de başlamış oluyor.
1876 yılında altın ve gümüş rezervleri yönünde fazlasıyla zengin topraklara sahip olan Bodie, bir madenci kasabası olarak kuruluyor. Dönemin koşulları gereği altına hücum edilmesi sonucunda kasabanın nüfusu 10 binlere ulaşıyor.
Çok sayıda kumarhane ve barın bulunduğu Bodie’nin zamanında günah kasabası olarak anıldığı da bilinenler arasında. Çeşitli kumarhane ve barların varlığına ek olarak kanun kaçaklarının, suçluların ve uyuşturucu tacirlerinin hüküm sürdüğü bu kasaba tekinsiz olmasıyla ünlenmiş.
Çocukluğumuzda izlediğimiz Red Kit çizgi filminde silahların havada uçuştuğu sahneleri gözünüzde canlandırarak Bodie’nin geçmişte nasıl bir yer olduğunu zihninizde tasvir edebilirsiniz.
Zaman içerisinde maden rezervinin tükenmeye yüz tutmasıyla birlikte nüfus gitgide azalarak 1940 yılında son kasaba sakinlerini de kaybetmiş.
Tüm bu olanlardan sonra hayalet şehir unvanını kazanan Bodie, her yıl çok sayıda turist kafilesine ev sahipliği yapıyor.
Vahşi Batı hayat tarzına tanıklık etmek isteyenlerin merak ettiği bir rota olan Bodie’ye geldiğinizde James Kane’in perili köşkünü ve 1882’de yaptırılan methodist kiliseyi görmelisiniz. Bunlara ek olarak 19. yüzyıldan izler taşıyan postane, kumarhane gibi kasabanın belli başlı yerlerini de görmeden dönmemelisiniz.
Eğer Vahşi Batı’ya meraklıysanız gizemli ve ürkünç kasaba Bodie görülmeye değer bir nokta.
Evet, turist akınına uğrayan köyümüz Kayaköy, dünya üzerinde terk edilen yerler arasında en iyi korunmayı başaran noktalardan biri aynı zamanda.
Osmanlı’nın son dönemlerinde 3.000 kişinin yaşadığı ve gelişmekte olan Rum köyü, 1923’te Yunanistan ile yapılan bağımsızlık savaşı sırasında tamamen terk edilmişti.
1957 yılında gerçekleşen Fethiye Depremi yüzünden evleri harabeye dönmüş olsa bile günümüzde canlı müze niteliği taşımasıyla Kayaköy turistlerin büyük ilgisini çekmeye devam ediyor.
Gidildiği zaman görülmesi gereken yerleri düşünürsek büyük ve küçük kiliseyi, küçük kilisenin yanında bulunan çömlek atölyesini ve 14 şapeli sayabiliriz.
1974 yılında meydana gelen Kıbrıs Barış Harekatı’ndan önce Kıbrıs adasının en popüler ve ünlü yerlerinden biri sayılan Maraş, günümüzde kimsenin yaşamadığı bir hayalet şehir olarak tanınıyor.
45 yıldır kendi haline bırakılan Maraş zamanında adadaki lüks hayatın ve ihtişamın simgelerinden birisi olarak biliniyordu.
Tüm adadaki en iyi plajlar, en büyük evler ve son model araçların sokaklarında dolandığı Maraş’ın terk edilme hikayesi ise oldukça trajik. KKTC’nin Gazimağusa adlı şehrindeki Maraş mahallesi zamanında Akdeniz’in Las Vegas’ı olarak ünlenmiş. Yaşanan savaşla birlikte Kıbrıs Adası’nı idari olarak iki bölüme ayırdığı için tampon bölge olma özelliğini edinmiş. Birleşmiş Milletler kontrolü altındaki Maraş’a insanların girmesi bu yüzden yasak.
Tampon bölgenin 400 metre ötesinde Türk Silahlı Kuvvetleri’ne ait ordu evi ve öğrenci yurdu yer alıyor.
Askerler ve öğrenciler dışında kimsenin giremediği Maraş’a son zamanlarda gelen turistler dönem yalnızca Maraş İkon Kilisesi’ne girebiliyordu. Şu anda kiliseye girişin de yasaklanmasıyla birlikte Maraş’ta yaşamsal hiçbir belirtinin görülmesi mümkün değil.
Zamanında Marilyn Monroe gibi dünyaca ünlü yıldızların geldiği bir yer iken şimdi kaderine terk edilen Maraş bu haliyle görenleri üzüyor.
Balestrino’dan sonra yine bir Orta Çağ İtalyan kentini ağırlıyoruz listemizde. Bu sefer rotamız Craco, popüler bir turist destinasyonu ve 2010 yılında World Monuments Fund’ın izleme listesine giren bir kasaba.
Terk edilmişliği ve tarihi kimliği Craco’da birçok film çekilmesine ortam sağladı, örneğin 1953 yapımı La Lupa, 1979 yapımı Christ Stopped at Eboli, 1981 yapımı Three Brothers, 1985 yapımı King David, 1986 yapımı Saving Grace, 1990 yapımı The Sun Also Shines at Night, 1996 yapımı The Nymph, 2004 yapımı The Big Question, 2006 yapımı The Nativity Story, 2008 yapımı Quantum of Solace, 2010 yapımı Basilicata Coast to Coast ve 2013 yapımı Murder in the Dark.
Sadece filmler de değil, Craco Alman piyanist Hauschka’ya ilham vererek Craco isminde bir şarkı yazmasına ön ayak olmuş, İtalyan TV dizisi Classe di ferro’nun ve Brezilya dizisi O Rei do Gado’nun çekildiği yer olmuş.
Peki Craco neden sanat ve tarihi böylesine birleştirmiş? Neden terk edilmiş? Çünkü Craco bitki örtüsünün olmadığı bir alanda savunma amaçlı olarak dik bir zirve üzerine inşa edilmiş.
Yüzyıllar boyunca bir veba, Fransız işgali ve sivil huzursuzluğu atlatmış ancak sakinleri bunlara katlanamamış, 1892 ve 1922 yılları arasında tüm sakinlerini zayıf zirai koşullardan dolayı Amerika’ya kaçmalarıyla kaybetmiş.
60’lı yıllardaki depremler de buna tuz biber olmuş ve Craco’da kalan son sakinler de terk etmeye başlamış.
Çin Halk Cumhuriyeti sınırları içerisinde yer alan Ordos, ülkedeki en büyük hayalet şehir olma özelliğini taşıyor.
Dönemin Çin iktidarı tarafından ülke içerisinde yeni bir çekim merkezi yaratmak amacıyla inşa edilen Ordos, ne yazık ki halk üzerinde istenilen etkiyi yaratamayarak günümüzde “terk edilmiş yer” halini almış.
Petrol kaynakları ve kömür ile diğer yararlı minerallere yakın konumda olan Ordos, devlet tarafından adeta bir kültür, sanat, iktisadi ve politik merkez olacak şekilde tasarlanmış.
Dünya üzerindeki en büyük hayalet şehir olarak bilinen Ordos’ta birbirinden ihtişamlı tiyatrolar, villalar, toplu konut alanları, müzeler, havaalanı ile spor komplekslerini görebilirsiniz. Ayrıca buranın dünya çapında gayrimenkul, alt yapı ve bayındırlık faaliyetlerine ev sahipliği yaptığı da dikkatlerden kaçmıyor.
1 milyon adet Çinlinin Ordos’ta yaşamasının sağlanması amacıyla kentin her yönüyle en donanımlı olacak şekilde inşa edildiği görülüyor.
Hükümetin çabalarıyla oluşturulan söz konusu yapay şehirleşme Çin halkının ilgisini çekmeyi ne yazık ki başaramamış. Yüksek fiyatlı mülkler, birbiri ardına gelen ancak sonuçlanmayan şehirleşme projeleri sebebiyle halkın bir türlü ısınamadığı Ordos’ta yerleşik düzen bir türlü başlayamamış.
Gelişmiş bir şehirde olması gereken her türlü imkânın sunulduğu Ordos’a Çinlilerin yerleşmeyi reddetmesi sonucunda terk edilmiş, haliyle de ıssız ve korkutucu bir atmosfer oluşmuş.
Siz de bu kadar geniş bir alana yayılmış ve son derece yüksek teknolojik olanaklarla donatılmış halde bir hayalet şehre tanıklık etmek istiyorsanız Ordos’a mutlaka gelmelisiniz.
Polonyalı yetkililerin yıllardır kurtulmaya çalıştığı Klomino köyü, Polonya’nın tek resmi hayalet kasabası.
Kalan binaların neredeyse çoğu ilgisizlikten dolayı yıkıldı, geriye kalanları da yerlileri tarafından yok edildi.
Başlangıçta Westfalenhof ismiyle bilinen ve Alman Wehrmacht’ın büyük bir eğitim alanı olan köy 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Grodek olarak tekrar isimlendirildi.
Sovyet ordusunun bir üssü oldu ve uzun yıllar sadece Sovyet askeri haritalarında yer aldı. Kızıl Ordu’nun askeri kuvvetlerini 1993 yılında geri çekmesinden itibaren bomboş kaldı.
Terk Edilmiş Şehirler listemizin son hikayesine de beraber tanıklık ettik, yolculuğumuzu burada bitiriyoruz. Ancak eminiz ki bizde olduğu gibi sizde de büyük etki yarattı bu köyler, kasabalar ve şehirler. Hikayeleri unutulmadı ve unutulmayacak, hafızalarımızda canlanacak.