Önceki yazımda Tarihi Yarımada’da gezilecek yerlerden bahsetmiştim. Bu sefer ise oraya kıyasla yeni kalan bir bölgeye, Bebek ve çevresine odaklanacağım.
İstanbul’un en güzel semtlerinden biri olan Bebek, olağanüstü güzellikteki bir koyda yer alıyor.
Kuzeyindeki Rumeli Hisarı ve güneyindeki Arnavutköy ile İstanbul’da yer almasaydı bile kendi başına bir turistik rota olmayı hak edecek güzellikte bir şehir olurdu diye düşünüyorum.
Zaten Fransa’nın güneyinde turistlerle dolup taşan Monte Carlo, Monaco, Riviera, Nice gibi yerlerden emin olun eksiği yok.
Bu yüzden Beşiktaş’a bağlı olmasına rağmen ayrı bir yazıda ele aldım (Beşiktaş-Ortaköy-Yıldız kendi başına epey uzun bir yazı oluyor).
İçindekiler
Hikayesini muhtemelen biliyorsunuzdur, Fatih Sultan Mehmet tarafından aşağı yukarı Anadolu Hisarı’nın karşısına inşa ettirilen bu kale sayesinde İstanbul’a deniz yoluyla kuzeyden gelecek yardımın önünün kesilmesi amaçlanıyor.
“Kuzeyde o sırada Kırım Hanlığı yok mu? Kim Bizans’a yardım gönderecek ki?” diye merak ediyor olabilirsiniz o yüzden şunu da belirteyim ki Tuna Nehri tarih boyunca her zaman gemiler tarafından kullanılmış. Avrupa’nın içlerinden, özellikle o zaman ayrı olan Avusturya ve Macaristan gibi krallıklardan Bizans’a yollanan yardımlar Tuna üzerinden Karadeniz’e ulaşmaya çalışmış ama bu hisarlar sayesinde engellenmiş. Ayrıca Rus gemileri de nehirler aracılığıyla Kırım topraklarını aşıp Ortodoks inancını paylaştıkları Bizans’a bol miktarda altın ve erzak yollamaya çabalamış ama yine bu hisarlara takılmış.
İnşa edildiği dönemin Osmanlı kayıtlarında kule-i cedide yani basitçe “yeni hisar” diye geçer (eski hisar ise tabii ki Anadolu Hisarı), benim romanlarımda kaynak olarak sıkça kullandığım Aşıkpaşazade tarihinde ise Boğazkesen Hisarı olarak adlandırılıyor. Yukarıda bahsettiğim üzere bu ismi de hak etmiş.
Yine Fatih Sultan Mehmet’in adını taşıyan ikinci boğaz köprüsü artık hisarı biraz gölgede bıraksa da bence Rumeli Hisarı geçmiş görkemini korumayı başaran nadir savunma yapılarından biri. Boğazdan geçen gemilere ters ters bakan bu silindirik burçlardan ateş açıldığını zihninizde canlandırmakta hiç zorlanmayacaksınız. Önünde duran gülle ve topları gördüğünüzde ise o gemilerin yerinde olmayı hiç ama hiç istemeyeceksiniz!
Günümüzde hisarda konserler düzenlense de yapıya zarar verip vermedikleri tartışılıyor (ve elbette benim fikrim her yerde konser verilebilecekken yerine yenisi konamayacak bir tarihi eseri tehlikeye atmanın abes olduğu yönünde).
Artık açık hava müzesi olarak hizmet veren bu yapı, sadece inşaat tarihiyle değil, kuşatmaya sağladığı fayda ile İstanbul’un fethine ve dolayısıyla bütün dünyanın geleceğine olan etkisiyle de gerçek anlamda bir “tarihi” eser. Ziyaret etmenizi ısrarla öneririm.
Hem Aşiyan Feneri’ni de görmüş olursunuz, beyaz gövdesi üzerine enine yeşil çizgileriyle Celtics formasını anımsatan (futbolseverler bilir!) bu tarihi deniz feneri, koskoca hisarla yarışmaya kalkışır gibi Boğaz’ın dibinde dikiliyor. Nedense bana ellerini arkasında kavuşturup burnun köşesinde dikilerek tankerleri seyreden orta yaş üzeri bir dayı gibi göründü.
Aşiyan Mezarlığı da hemen yolun karşı tarafında bulunuyor. Eğer sağlığınız el vermiyorsa otobüs kullanabilirsiniz, yukarıda yazdığım aynı otobüsler Rumeli Hisarı’nın önünden Bebek’e gidiyor. Yüzünüzü Boğaz’a dönün, sağa doğru gideceksiniz, ona göre otobüse binin veya yürüyün.
Rumeli Hisarı’ndan Bebek’e giden kıyı boyunca rahat bir yürüyüş yolu bulunuyor. Boğazın kokusunu içinize çeke çeke yürüyebilirsiniz. Dikkat edin, esinti nedeniyle yazın ortasında bile biraz serin oluyor.
Yüzmek için boğaza atlayanlara ve oltasını özensizce fırlatanlara karşı da uyanık olun bir kaza çıkmasın.
Bunun dışında yol üzerinde oldukça ilginç bir yapıya sahip, koca ahşaplardan oluşan spor aletleri göreceksiniz, her yeri kaplayan plastik yapılardan epey farklılar, üstelik Boğaz’ı seyrederek spor yapmak öyle kolay kolay bulunamayacak bir keyif!
Bebek’e ulaştığınızda yorulmuş ve acıkmış olabilirsiniz. Manzaralı bir mola için Baylan Pastanesi’ni çekinmeden önerebilirim ama bütçenizi azıcık sarsması da olası.
Dışarıdaki menüyü inceleyip (veya bu linkten bakıp: http://baylangida.com/menu) ona göre karar verebilirsiniz.
Eğer şanslıysanız içeride Boğaz’a nazır bir masa bulup açık havanın ve eşsiz güzelliğin tadını çıkarabilirsiniz.
Kendine has tatlısı Kup Griye, yaz aylarında serinlemek için birebir.
İlk şubesi 1923 yılında Beyoğlu’nda açıldığından cumhuriyetimizle yaşıt olan tarihi bir pastane zinciri.
Ünü sonradan tüm Türkiye’ye yayılan ve birçok şehirde bulunan ünlü wafflecının da 1983 yılında açılan orijinal adresi burada yer alıyor. Diğer kentlerdekinin aksine oturacak yer yok, zaten minik bir dükkan.
Canınız waffle çekerse elinize alıp az ilerideki parkta veya boğaz kıyısındaki bankların birinde yiyebilirsiniz.
Benim favorim olan muzlu, incir reçelli ve kestane şekerli waffle’ın her damağa hitap etmediğini ve benim kadar tatlı düşkünü olmayanlara ağır gelebileceğini ise arkadaşlarımla yaşadığım bazı tecrübelerden sonra fark ettim.
Bebek deyince aklıma gelen esas tat ise bu ufacık dükkan. 1968 yılından beri aynı küçük ve kot altında kalan yerde hizmet veriyor.
Gözden kaçırma riskiniz bile var, Baylan ve Abbas Waffle’ın olduğu sokağın üzerinde yer alıyor ve yürürken gözlerinizi dört açmanızı öneririm.
Gerçekten ismi gibi mini bir yer, gerçek anlamda kutu kadar. Lezzeti ise piramitler kadar büyük!
Özellikle Gül Lokumlu dondurmasını muhakkak deneyin, hatta sırf bunu tatmak için bile İstanbul gezinizde Bebek’e uğrayın diyebilirim. Diğer aromalar da muhteşem ama gül lokumlu dondurma buraya özgü olmasıyla dikkat çekiyor.
Daha sonra, başka yıllarda, başka kentlerde, başka dondurmalar yerken bile aklınıza düşecek, “of o Bebek’teki güllü dondurma ne güzeldi öyle ya” diyeceksiniz. Kendimden biliyorum!
Dondurmanızı aldıysanız bu şirin parkta oturup zevkle yiyebilirsiniz. 1908 yılında kurulan bu park, yüzüncü yaşını kutladığı sırada restore edilmiş.
Denk gelirseniz, genelde haziran ayında Bebek Şenliği düzenleniyor, kendi internet sitelerinden (http://bebeksenligi.com.tr/) tarihini ve programını takip edebilirsiniz. Açık hava konserleri ve çeşitli stantlar oluyor, park daha da canlanıyor.
Parkın içerisinde yer alan koca çınarların gövdesi kah tamir edilmiş, kah yere uzanmış, kah desteklenip yeniden göğe yükseltilmiş. Doğanın bu heybetli eserlerine hayran kalmamak elde değil.
Ayrıca ortasında bulunan Fuzuli heykeli de oturduğu yerden çevreyi düşünceli düşünceli süzüyor.
Sizin de oturup dinlenmeniz için çok sayıda bank yer alıyor, Boğaz manzarası da cabası. Daha ne olsun?
Elbette Mimar Sinan gibi benzersiz bir ustanın gölgesinde kalsa da Osmanlı tarihinin en önemli ustalarından biri kabul edilen Mimar Kemalettin tarafından yapılan bu cami 1912 yılında tamamlanmış.
İsmi ise daha önce aynı yerde bulunan camiden geliyor ki o da Sultan 3. Ahmet’in Bebek’i Müslümanların yaşayacağı bir köy olarak iskana hazırlaması sürecinde 1726 yılında yapılmış.
Ağaçların arasında kalmış, denize nazır, küçük ve sade bir cami. Parkın köşesinde yer aldığından hazır gelmişken bir görmekte fayda var.
Çubuklu’da yer alan Hidiv Kasrı ile karıştırmayın, sırf o yüzden Hidiva Kasrı yerine Köşkü dedim ve aralarındaki bağlantıyı aşağıda anlattım.
Köşk ile kasır ise TDK sözlüğe göre aynı anlama geliyor, tabii mimaride teknik farklılıklar arz ediyorlarsa o beni aşar.
Hatta bu binanın Emine Hanım Sarayı olarak geçtiğine de rastlayabilirsiniz.
Çubuklu’daki Hidiv Kasrı ise Emine Hanım’ın oğlu (yani Mısır Hidivi) Abbas Hilmi Paşa tarafından daha sonra yaptırılmış, nedeni ise gelin-kaynana kavgası! Emine Hanım gelin adayını beğenmeyince oğlunu bir daha köşke almamakla tehdit etmiş, paşa da zengin sonuçta, gitmiş koca köşkü diktirmiş. Mimari bir şaheser olan Hidiv Kasrı’ndan daha sonraki yazılarımda ayrıca bahsedeceğim.
Güneye doğru yürümeye devam ettiğinizde parkın diğer köşesinde gözünüze olağanüstü güzellikte bir bina çarpacak. Çevresi çitlerle sarılı ve yoğun güvenlik önlemleri var çünkü burası Mısır Cumhuriyeti’nin resmi konsolosluk binası. Ziyaret edemeyeceksiniz ama yanından geçerken şöyle bir süzmeyi ihmal etmeyin, gerçekten Boğaz kıyısındaki en şık binalardan biri.
Lale Devri sırasında, Sultan 3. Ahmet’in emriyle yapılmış. İsmi ise bir dönem burada ikamet eden Mısır Hidivi’nin annesi yani Hidiva olan Emine Hanım’dan geliyor. Emine Hanım’ın aslında binayı miras olarak Türkiye’ye bırakmaya niyetli olduğu ama kişisel bir anlaşmazlık nedeniyle 2. Abdülhamit’e küsünce fikir değiştirip ölene kadar içinde yaşaması, sonra da konsolosluk olarak kullanılması koşuluyla Mısır’a vasiyet ettiği söyleniyor.
Paşanın bu zenginliğinin kaynağı ile hidiv unvanının öyküsü de aynı kökene dayanıyor.
Napolyon’un Mısır’ı işgali ve sonrasında Osmanlı-İngiltere ittifakına yenilmesinin ardından bölgede çıkan karışıklıkta, Arnavut asıllı bir yeniçeri olan Kavalalı Mehmet Ali (tüm bu olaylardan sonra “Paşa” oluyor) çevresinde diğer Arnavutlardan sağlam bir kuvvet oluşturup İngiltere’nin desteğini de alarak padişaha isyan ediyor ve Mısır’da kendi yönetimini kuruyor.
Osmanlı Devleti bu isyanı bastırmaya çalışsa da yeniliyor ve Mısır Ordusu İstanbul’a doğru hareketlenip Suriye üzerinden ta Bursa’ya kadar geliyor.
Neyse ki bir anda Mısır yönetiminin çok güçlenmesini istemeyen İngilizlerin fikir değiştirmesiyle birlikte orta yol bulunuyor: Mısır kağıt üstünde Osmanlı’ya bağlı kalsa da valilik Kavalalı Hanedanı’nda babadan oğula geçer hale geliyor ve aslında Arapçada “sadrazam” anlamına gelen hidiv unvanı koca Mısır ülkesinin hakimiyetiyle birlikte onlara tahsis ediliyor. Paraları da havaları da bol yani!
Dediğim gibi, sizi buraya kadar sırf balık yemeniz için yürütmedim. Gerçi Boğaz kıyısında yürümek keyifli ve yol üzerinde mermerden yapılmış iki asırlık Beyhan Sultan Çeşmesi’ni görmek de güzel ama Arnavutköy’de görmekten keyif alacağınız bir şey daha tam da Arnavutköy İskelesi’nin karşısında sizi bekliyor.
Hani Amsterdam, Kopenhag, Talinn gibi Kuzey Avrupa kentlerini tanıtan turistik broşürlerde böyle su kenarında sıralanmış kutu gibi ufak evlerin resimlerini koyarlar ya, hepsi farklı renge boyandığı için ilgi çekici görünür, turistler de gider fotoğraf çektirir falan…
Hah işte onları düşünün ama öyle kutu gibi dümdüz değil de dantel gibi ince ince işlenmiş ahşap fasadlar hayal edin: Sizi Arnavutköy’de tam olarak bu bekliyor. Boğaz’a bakan bu üç katlı, biraz dar görünümlü, asırlık binaların her biri sanat eseri kadar güzel ama ne yazık ki birkaçı uzun süredir bakımsız kalmış. Aman fotoğraf çektirirken trafiğe dikkat edin!
Güneye doğru azıcık daha yürürseniz ulaşacağınız bu park da emin olun geldiğinize değecek. Boğazın kıyısı boyunca uzanan bir diğer parkın adı tabii ki bulunduğu semtten, semtin adı ise hemen parkın karşısında yer alan 250 yıllık çeşmeden geliyor. Aslında gayet güzel olsa da modern binaların kalabalığı arasında ufak kalan, beyaz mermerden bu çeşme gözünüzden kaçmasın.
Resmi adı Köprülü Hemşiresi Çeşmesi olan bu çeşme aslında hemen yanında bulunan camiyi de yaptıran Osman Efendi tarafından yaptırılmış ancak kurumuş.
Osmanlı İmparatorluğu’nun bir dönemine damgasını vuran Köprülü ailesine mensup Sadrazam Mehmet Paşa’nın kız kardeşi (yani eski deyişle “hemşiresi”) tarafından yeniden su sağlanınca bu ismi almış ancak tekrardan kurumuş ve son olarak bölge Kuruçeşme olarak isimlendirilmeye başlanmış.
17. yüzyılın ikinci yarısına Köprülü Devri denmesine sebep olacak kadar etkin bir aile olan Köprülülerin önce devleti kriz döneminde ayakta tutarak büyük fayda sağlaması fakat sonra İkinci Viyana Kuşatması’na ve dolayısıyla felakete sürüklemesi ise uzun hikaye…
Tabii parkın şahane manzarasına dalınca böyle tarihi mevzular aklınızdan çıkıyor. Ben orada iken 29 Ekim kutlamaları vardı, denizden esen tatlı rüzgarın altında hem Boğaz Köprüsü’ndeki ışıklandırmayı hem de havai fişek gösterisini izlemek için çok iyi bir nokta olduğunu söyleyebilirim (havai fişeklerin doğaya verdiği zarar ise ayrı mesele!).