Mahyalar asıldı, güllaç yaprakları market raflarında, sıcacık pideler fırınların tezgahlarında yerini aldı, on bir ayın sultanı geldi çattı.
Her ne kadar ramazan demek bir arada olmak, paylaşmak demek olsa da kendimizi günlük hayatın koşturmacasına kaptırınca bir arada olmayı unutuyoruz çoğu zaman.
Çocukların pide kuyruğunda top oynadığı, sokakların keyifle eğlenen insanlarla dolu olduğu, iftar sofralarının ihtiyacı olan herkesle paylaşıldığı ramazanlar ne yazık ki biraz eski de kaldı. Belki de bu yüzden büyüklerimizden ‘ah nerede o eski ramazanlar’ cümlesini son yıllarda daha sık duyar olduk.
Her ne kadar hemen hemen her şehrin kendine has bir geleneği olsa da Osmanlı zamanında tüm şehirlerde ortak olan pek çok ramazan geleneği de varmış: Sahur vaktine kadar büyük küçük herkes sokaklarda olur panayır yerine dönen şehrin tadını doyasıya çıkarırmış.
Kahveleri dolaşan meddahlar hünerlerini sergiler, meydanlarda kukla gösterileri yapılır, gölge ve orta oyunları oynanırmış.
Ee bunları okuyunca insan ister istemez diyor büyüklerimiz pek de haksız sayılmazmış diye, ne dersiniz?
Hadi gelin bu yazıda büyüklerimizin ‘ah nerede o eski ramazanlar’ diyerek serzenişte bulunduğu eskilerin ramazan geleneklerini daha detaylı keşfedelim.
İçindekiler
‘Yar bana bir eğlence medet’ cümlesiyle başlayan Hacivat ve Karagöz oyunları eski ramazanlar denilince ilk akla gelenlerden biri olsa gerek.
Eskiden ramazan boyunca her akşam farklı bir Hacivat ve Karagöz oynunu oynanırmış. Büyük küçük herkes heyecanla oyunun başlamasını bekler, oyun bitene kadar kahkahalarla izlermiş Hacivat ile Karagöz’ün tatlı atışmalarını.
Osmanlı Dönemi’nde büyük konaklarda her akşam halk için mükellef bir iftar sofrası kurulur, kapıya gelen herkes içeri buyur edilirmiş.
Hatta ev sahibi iftara gelen tüm misafirlere özel keseler içinde altın ya da gümüş akçeler hediye edermiş. Diş kirası da denilen bu adet Osmanlı’da en yaygın olan geleneklerden biriymiş.
En güzel Osmanlı geleneklerinden bir diğeri de bence Zimem Defteri. O dönemlerde de bakkallar günümüzde olduğu gibi veresiye defteri tutarmış.
Ramazan ayında ise mahallede durumu iyi olanlar bakkallara gider ve ihtiyaç sahiplerinin borçlarını kapatırmış.
‘Zimem Defteri’ geleneğinin bence en güzel yanı ise ne borcu kapatan kimin borcunu ödediğini bilirmiş ne de borcu olan borcunu kimin ödediğini.
Büyükler küçük çocukları oruca alıştırmak için tekne orucu tuttururlarmış. Nedir bu tekne orucu diyecek olursanız, çocukların sadece öğlen yemeği yiyerek tutukları oruç diyebilirim.
Böylece iftar saati geldiğinde çocuklar da kısmen aç olup büyükleriyle aynı iştah ve keyifle iftar sofrasının tadını çıkarırlarmış.
İlk kez oruç tutan çocuklara ise iftardan sonra yiyebilecekleri yemişler, şeker gibi minik hediyeler verilirmiş.
Şimdilerde ramazan sofralarda kendine eskisi kadar yer bulamayan geleneklerden biri de 600 yıllık bir geçmişe sahip olan rengarenk şerbetler.
Aklınıza gelebilecek her türlü meyve ve farklı çiçeklerle hazırlanıp bal veya şekerle tatlandırılan şerbetler her daim iftar sofralarının baş köşesinde olurmuş.
Osmanlı zamanında ramazan ayında en çok tercih edilen şerbetler arasında ise ilk sıralarda demirhindi ve kızılcık şerbetleri var.
Günümüzde en keyifli pazar kahvaltılarının olmazsa olmazı pişiler Osmanlı döneminde de sahurların yıldızıymış.
Kadınlar çıtır çıtır pişilerin hamurlarını iftardan sonra hazırlar, sahur zamanı kızartırlarmış.
Ardından sıcacık pişileri mahalleliye, esnafa ve tabi ki sahurda evine yetişemeyen davulculara dağıtırlarmış.
Osmanlı döneminde akşam ezanıyla birlikte iftar saatini duyurmak için top atılırmış. İftar vakitlerinde top atma geleneğinin 1800’lü yıllarda başladığı biliniyor.
Sahur zamanıysa sahne davulculara kalırmış. Her gece söyledikleri birbirinden güzel manilere tokmakları ile eşlik eder, uykuda olanları uyandırırlarmış.
Günümüzde de bazı mahallelerde hala seslerini duyabildiğimiz ramazan davulcularının manileri eskiden tüm şehirde yankılanırmış.