Hani derler ya “Demek ki Vefa sadece bir semt adıymış” diye, işte bu yazımda sizlere Fatih ilçesi ile Vefa semtinden bahsedeceğim.
Gelmişken ünlü Vefa Bozacısı’na uğramayı sakın ha unutmayın!
1876 yılından beri hizmet veren bu ünlü mekan, hala kurucusu Hacı Sadık Bey’in torunları tarafından işletiliyor ve bozaları da asırlık lezzetini muhafaza ediyor.
Taksim’den buraya gelmek için kullanabileceğiniz neredeyse iki düzine otobüs hattı var dolayısıyla hepsini yazmayacağım. Muhtemelen durağa gelen ilk ya da ikinci otobüsün üzerinde semt adını göreceksiniz zaten, yoksa orada sorabilirsiniz.
İstanbul hakkındaki gezi yazılarımın sonuna yaklaşırken önceki Tarihi Yarımada rehberimde eksik kalan önemli bir binadan da bahsetmek istiyorum.
Sirkeci Postanesi, 1909 yılından beri hizmet veriyor. Sonradan büyük üne kavuşan Mimar Vedat Tek’in ilk eseri. Günümüzde de PTT şubesi ve postane olarak hizmet vermeyi sürdürüyor. Zaten bulunduğu yerin adı da Büyük Postane Caddesi.
Yapımı dört yıl süren bu cami 1470 yılında tamamlanmış. Mimarının adı Atik Sinan ama ünlü Mimar Sinan ile karıştırmayın.
Burada şu anekdotu paylaşmakta fayda var ki esas hedefi Ayasofya’yı gölgede bırakacak bir yapı inşa etmek olan ve camiyi yeterince görkemli bulmayan Sultan’ın emriyle mimarının ellerinin kesildiği rivayet ediliyor.
İstanbul’un tarih boyunca çok çektiği depremler ile oldukça hasar gören cami, Sultan 3. Mustafa’nın emriyle 1771 yılında yeniden inşa edilmiş. Bu bile caminin zaman içerisinde gördüğü hasarı tamamen gidermeye yetmediğinden sonra da her padişah tarafından tamir edilmiş ve gereken yerlerde çiniler yenilenmiş.
Cami özellikle içeriden oldukça yüksek tavanlı görünüyor ve bu bir yücelik duygusu uyandırıyor. Fatih Sultan Mehmet’e yakışan bir eser olduğu kesin. Sultanın kabri de burada bulunuyor.
Burada yer alan Sahn-ı Seman Medresesi de uzun süre Osmanlı’daki en önemli eğitim kurumlarından biri olan devasa bir yapı. İsminin anlamı “sekiz bölüm” olan bu medresenin müfredatını ise ünlü Türk bilim insanı Ali Kuşçu hazırlamış.
Ne yazık ki yukarıda bahsettiğim depremlerden o da nasibini almış. Yeni medreselerin açılması, bazı binaların tamirinin aksaması, bazılarının ise ilkokula çevrilmesi gibi nedenlerle sadece bir kısmı günümüze kalmış durumda.
Güneyde yer alanlara Bahr-i Sefid yani Akdeniz, kuzeydekilere ise Bahr-i Siyah yani Karadeniz Medreseleri deniyor.
Külliyenin diğer parçaları olan çarşı ve darüşşifadan ise aynı sebeplerle geriye bir şey kalmamış durumda.
Zeyrek Camii’ne oldukça yakın olan bu cami, mimari açıdan da bana onun minyatürü gibi göründü. Hatta ben mimari olarak bu yapının örnek alınarak Zeyrek Camii’nin yapıldığını düşündüm.
Ne yazık ki biraz harap durumda ama bu daha da tarihi görünmesine yol açıyor. 1087’de rahibelerin kullanımı için yapılmış ve fethin ardından önce zaviyeye, sonra da Fatih Külliyesi’nin imarethanesine çevrilmiş. İsmi de buradan geliyor.
Bu binadan muhtaç kimselere her gün yemek dağıtılırmış. Kırmızıya çalan turuncu tuğlaları ile dışarıdan, yüksek beyaz tavanıyla içeriden şık görünüyor.
Fatih semtindeki gezerken bir anda karşınıza bir Roma sütunu çıkabilir ve nerede olduğunuz şaşırabilirsiniz.
Graniti Mısır’dan getirilen bu sütunun tepesi ise Korint (yani Antik Yunan) usulü yapılmış dolayısıyla Bizans İmparatorluğu’nun bütün kültürel özelliklerini tek bir sütunda görebilmeniz mümkün.
Bizans’ın başarılı ama nispeten az bilinen imparatorlarından olan Marcianus adına dikilmiş ve özgün ismi de Marcianus Sütunu.
Eskiden üzerinde imparatorun heykeli de bulunmuş ama şimdi kayıplara karışmış durumda.
Türkçe ismi ise üzerinde yer alan peri kızı motiflerinden geliyor. Sütunun tepesinde Roma İmparatorluğu’nun simgesi olan kartallar, üzerinde ise erken dönem Hıristiyanları tarafından haç yerine dini simge olarak kullanılan iç içe geçmiş IX damgası var.
Bir diğer ilginç özelliği ise tabanıyla üstteki sütunun farklı açılara yönelik biçimde yapılması. Araştırmacılar kesin olarak emin değil ama bu garip tasarımın kaynağının tepedeki sütun başının ve dolayısıyla heykelin eskiden Fatih Camii’nin yerinde bulunan ve Bizanslıların çok önem atfettiği Havariyyun Kilisesi’ne bakmasının istenmesi ama coğrafi koşullar nedeniyle tabanının o şekilde yapılamaması olarak tahmin ediliyor.
Burada bahsetmeden geçmek istemedim, İstanbul’da iken karşınıza çıkabilecek bir kule ise daha önce Beyazıt Gezilecek Yerler yazımda bahsettiğim Theodosius Forumu’nda yer alan Beyazıt Kulesi.
Sanki tek başına kalmış bir minareyi andıran bu yapı ile Kıztaşı’nı aynı gün ziyaret ederseniz Bizans mimarisi ile Osmanlı mimarisi arasındaki farkın mükemmel bir örneğini görmüş olursunuz.
1828 yılında Sultan 2. Mahmut’un emriyle yapılan bu kulenin adı bulunduğu semtten geliyor ve hem yangınları önceden görme, hem hava durumunu haber verme hem de Haliç’teki gemilere mihmandar olma işlevi görüyor (tüm bunlara ek olarak bence estetik bir anıt).
Diğer adı Valens Su Kemeri olan bu yapı, eskiden Sarayburnu’na su sağlamak için kullanılırmış.
368 yılında, yani Antik Roma İmparatorluğu henüz ayaktayken yapılmış. Yaptıran İmparator Valens ise savaş meydanında çarpışırken hayatını yitiren bir lider ve onun ölümünün imparatorluğun çöküşünü hızlandırdığı tarihçilerin az çok hemfikir olduğu bir konu (ki tarihçiler nadiren bir konuda hemfikir olur!).
Günümüzde Atatürk Bulvarı üzerindeki kısmı korunmuş olan bu kemerin altından araba ile geçilebiliyor. Ne kadar büyük olduğu da bence bu şekilde daha kolay anlaşılıyor.
1650 yıl öncesinin koşullarında Belgrad Ormanı civarından bu kadar büyük taş yapılarla Yerebatan Sarnıcı’na su getirip biriktirebilmeleri Roma İmparatorluğu’nun ulaştığı teknik gelişmeyi göstermesi bakımından çok etkileyici.
Fatih Sultan Mehmet başta olmak üzere Osmanlı padişahlarının da bu kemerleri tamir ettirdiğini ve sarayın su gereksinimini gidermek için kullandığını belirteyim, hem de ta 1912 yılına kadar.
Aynı isimli mahallede bulunan bu cami de eski Bizans yapılarından. 1124 yılında İmparatoriçe Irene Komnena’nın bağışlarıyla kilise, kütüphane ve hastane yapıları içeren Pantokrator (yani Yüce İsa) Manastırı olarak inşa edilmiş.
Daha sonra bir kilise daha eklenmiş ve çok sayıda Bizans imparatoru ile imparatoriçesi buraya gömülmüş. Yapı o kadar genişmiş ki Venedik İşgali sırasında saray olarak kullanılmış.
Fethin ardından cami ve medreseye çevrilince burada ders veren Molla Zeyrek’in ismini almış.
Ayasofya’dan sonra Bizans’tan kalan en büyük ve önemli dini yapı olsa da o kadar meşhur olmaması ilginç. Pembe tuğlaları ve mimarisi de ona benziyor ama asırlar sonra yapılmasına rağmen Ayasofya’nın görkemine ulaşmış diyemem.
Yüksek ve dışarı doğru eğimli duvarları ise birer kale burcu gibi görünüyor. Restorasyonu halen sürüyor, UNESCO tarafından Dünya Mirası listesine alınmış durumda.
Bozdoğan Kemeri’nde Saraçhane Parkı’na sırtınızı dönüp Atatürk Bulvarı boyunca yürürseniz beş dakikada ulaşabilirsiniz.
Hemen köşede yer alan Şeyh Süleyman Mescidi de eskiden manastırdaki binalardan biriymiş. Zaten mimarilerindeki benzerlik gözünüze çarpacaktır. Alt katının kare, üst katının ise sekizgen planlı olması ile beni çok şaşırtan bir yapı oldu.
Bozdoğan Kemeri ile Vefa Kilise Camii arasında kalan bu ibadethanenin yerinde Antik Roma döneminde hamam bulunuyormuş ve muhtemelen kemerden gelen suyu kullanıyormuş.
MS 600 civarında hamam yıkılıp yerine kilise inşa edilmiş ama o da 1197 yılında bir yangında yok olmuş.
İlginç biçimde, 1204 yılındaki Venedik işgali sırasında İstanbul’un çoğu Haçlılar tarafından yakılıp yıkılsa da bu bina kapsamlı bir tamirden geçirilerek adeta baştan yapılmış ve Katolik kilisesi olarak kullanılmış (Haçlılar Katolik mezhebine bağlı iken Bizanslılar Ortodoks olduğundan Bizans kiliseleri de Ortodoks kilisesi oluyor, bu ayrım hala sürüyor).
Ne var ki kendi mimari stilleri en azından daha o vakitlerde bulunmayan Venedikliler Bizans’ı birebir taklit ettiğinden civardaki diğer kilise-camilerden ayırmak mümkün değil.
Venedik’te Gezilecek Yerler adlı yazımda da belirtmiştim, Venedik’in ünlü San Marko Katedrali bile Bizans mimarisinden izler taşır zaten.
Fetihten sonra Kalenderi dervişleri tarafından kullanıldığından bu ismi alan yapı, yakındaki diğer camilere kıyasla oldukça geç bir tarih olan 1746 yılında mihrap ve mahfil eklenerek camiye çevrilmiş. İç duvarlarının pembe olması ve halı görünümlü desenler oldukça değişik.
Venediklilerin büyük önem verdiği Aziz Francis’e ait olan fresk ise İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde sergileniyor.
Diğer adı Molla Gürani Camii olan bu ibadethane, adından da anlayabileceğiniz üzere eskiden kiliseymiş.
Mimarisi bakımından yine Zeyrek Camii’ni andırıyor. Yüksek duvarları, dar bir kubbesi var.
Şu anki binanın tahmin yaşı bin civarında ama burada ondan önce de milattan sonra beşinci yüzyılda yapılmış bir kilise olduğu düşünülüyor.
İç duvarları beyaza boyanmış ve geniş, ferah bir ortam yaratıyor ama kubbenin içinin rengi pembeye çalıyor. Süleymaniye Külliyesi ile Kalenderhane Camii arasında kalıyor.
Yapıyı camiye çeviren Molla Gürani ise Fatih Sultan Mehmet’in hocası, fethin ardından ilk İstanbul müftüsü ve şeyhülislam olması nedeniyle Osmanlı tarihinde önemli bir şahsiyet.
Fatih Camii’nin arkasında yer alan Şekercihan (bazen Şekerci Hanı diye de geçiyor), Neyzen Tevfik ve Mehmet Akif başta olmak üzere birçok Osmanlı aydınını ağırlamış önemli bir yapı.
Rivayete göre Fatih Camii’nin inşaatında çalışan işçilerin konaklaması için yapılmış ama mimari tarihleme uyuşmuyor, sonradan kapsamlı bir tamirat geçirip çehresinin değişmiş olması da mümkün.
Günümüzde ne yazık ki oldukça bakımsız bırakılmış ve harap vaziyette. Şu anki haliyle görürseniz içinizi sızlatacak bu yapının özel mülkiyet olması restorasyon çalışmaları açısından büyük sıkıntıya neden oluyor. Umarım kısa sürede bu sorun çözülür de kültürel mirasımızı iyi biçimde muhafaza etmenin bir yolu bulunur.
Hemen yanında yer alan Malta Çarşısı ise tarihi bir alışveriş noktası. Gelmişken bir göz atmak isteyebilirsiniz.
1851 yılında Sultan Abdülmecit tarafından yaptırılan bu camide Ramazan ayı boyunca Hz. Muhammed’in hırkası ziyarete açılıyor ve ismi de buradan geliyor.
Topkapı Sarayı’nda sergilenen, Yavuz Sultan Selim’in Mısır’dan getirdiği Hırka-ı Şerif ile karıştırmayın, ikisi ayrı eserler. Bu hırka, Hz. Muhammed tarafından vasiyetinde Veysel Karani’ye bırakılmış ve her zaman onun soyundan gelenlerin denetiminde kalmış.
Sultan 1. Ahmet döneminde İstanbul’a davet edilen Şükrullah Üveysi tarafından getirilmiş. Sultan 1. Abdülhamit tarafından (daha çok bilinen 2. Abdülhamit değil, daha önce) 1782 yılında yılında Hırka-ı Şerif için özel bir daire yaptırılsa da İstanbul’u güzel binalarla donatan ama bu sırada ekonomiyi de batıran Abdülmecit camiyi daha uygun görmüş.
Şanına yakışır üç güzel kapısı bulunan cami, boyutuyla olmasa da içindeki ince işçilikle göz dolduruyor. Üstelik beyaz ve sütlü kahve rengindeki iç duvarlar da bir genişlik ve ferahlık hissi veriyor. Alçıdan yapılmış desenlerle süslenmesi ilgi çekici. Hırka-ı Şerif dairesi gibi caminin harimi de sekizgen planlı ve bu açıdan nadir bir yapı.
Osmanlı zamanında saray eşrafı da iki Hırka-ı Şerif’i birden her Ramazan ayında ziyaret edermiş. Siz de bu ziyareti gerçekleştirmek isterseniz Ramazan ayında gitmeniz gerektiğini unutmayın.
Şekercihan’ın az ilerisinde yer alıyor.
1755 yılında inşa edilen bu sade, ufak kilisenin ismi her ayın ilk günü burada düzenlenen dilek ayininden geliyor.
Özellikle 1 Ocak gününde ziyaretçilerin sayısı iyice artıyor çünkü daha uğurlu olduğuna inanılıyor. Kiliseden anahtar satın alan insanlar bu anahtarı duvara sürterek dilekte bulunuyorlar ve anahtarı yanlarında götürüyorlar. Eğer dilekleri kabul olursa anahtarı getirip kiliseye geri bırakıyorlar ki başkaları da alıp dilekte bulunsun ve onlara da uğur getirsin.
Ayrıca burada Ortodoks Hıristiyanlar tarafından şifalı olarak addedilen bir su kaynağı yani ayazma da bulunuyor. Çoğu ziyaretçi sadece içmekle kalmayıp aynı zamanda pet şişeyle yanında da götürüyor.
Daha önce aynı yerde 1080 yılında bir kilisenin inşa edildiği ama zaman içerisinde yıkılıp unutulduğu rivayet ediliyor.
Dilek tutmadan sadece gezip görmek isteyenlerin ayın birinden değil de daha sakin olan diğer günlerde gitmelerini öneririm.
Molla Zeyrek Camii’ne sırtınızı verip Atatürk Bulvarı’nı geçerseniz bir sokak sonra karşınıza çıkacak.
Adını Nevşehirli Damat İbrahim Paşa tarafından 1729 yılında buraya inşa ettirilen çarşının sütunlarından alan bu yapının ismi günümüzde ramazan eğlenceleriyle özdeşleşmiş durumda.
1800’lü yıllar boyunca da Osmanlı kültür hayatının, tiyatroların ve karagöz-hacivat gösterilerinin merkezi olmuş.
Hala her Ramazan ayında epey şenleniyor, o dönemde yolunuz İstanbul’a düşerse uğramayı ihmal etmeyin.
Bozdoğan Kemeri ile Zeyrek Camii arasında yer alan kadınlar pazarı, özellikle Büryan Kebap tatmak isteyenlerin uğramak isteyeceği bir adres. Yanında Perde Pilavı da eksik olmasın ama!
Pazarın isminin nereden geldiği ise tartışılıyor. Eskiden burada kadın kölelerin, yani cariyelerin teşhir ve satışının yapılmasından dolayı bu ismi alması ise üzücü olsa da en kuvvetli ihtimal.
Kanuni Sultan Süleyman tarafından müteveffa babasının adına yaptırılan bu caminin inşaatı 1522 senesinde tamamlanmış.
Sekiz sütunlu ilginç şadırvanı sonradan ekleyen kişi ise kendine Yavuz’u örnek aldığı bilinen, Bağdat Fatihi 4. Murat Sultan mahfilindeki altın kafesleri ise ondan sonra halefi Sultan İbrahim yaptırmış.
Caminin duvarlarına kıyasla oldukça geniş görünen kubbesinin mekana hakim olduğu içeri girer girmez hissediliyor. Duvarlar sırf kubbeyi üzerine kondurabilmek için inşa edilmiş adeta.
Kubbenin dikine kesiti ise diğer camilerde alıştığımız dışbükey ve dik biçime kıyasla daha basık gibi görünüyor.
Bulunduğu Sultan Selim Mahallesi’ne ismini veren caminin mimarı, günümüzde ismi çok anılmasa da döneminin saygıdeğer isimlerinden Mimar Acem Ali.
Lakabından da anlayabileceğiniz üzere İran asıllı olduğundan binanın yapısı da iki kültürü bir araya getiriyor.
Eskiden çevresini kapsamlı bir külliye sarsa da geriye sadece sultanın türbesi ile sıbyan mektebi yani ilkokul binası kalmış.
Saraçhane Parkı’nın yanında bulunan Şehzadebaşı Camii ile Sarayburnu’nun güney kısmında yer alan Sokollu Mehmet Paşa Camii’ni özellikle yazmadım çünkü bu iki güzel bina hakkında detaylı bilgiye yine sitemizde yer alan “Ramazan’da İstanbul’da Gezilecek Yerler” başlıklı yazıdan ulaşabilirsiniz. İkisi de Mimar Sinan’ın eseri.
Yine Fatih’te bulunan Millet Yazma Eser Kütüphanesi ise 1916’da kurulmuş ve Türkçe, Arapça ve Farsça olmak üzere birçok dilde el yazması eserlerden oluşan geniş bir koleksiyona sahip.
Elbette bunlar dışında da İstanbul’un her sokağı ayrı bir sürpriz barındırıyor. Dikkat bile etmeden önünden geçtiğiniz eski bir duvar aslında tarihi bir binadan geriye kalan tek parça veya bakımsız kalmış bir Osmanlı çeşmesi olabilir.
Arkeologlar da İstanbul’da henüz keşfedilmemiş anıtların sayısının bildiklerimizden bile fazla olabileceğini söylüyor. Siz de gezerken gözünüzü dört açın ve ayaklarınız yorulana dek köşe bucak dolaşın derim, iyi seyahatler!