Haliç, Eminönü, Beyazıt, Süleymaniye ve Çevresinde Gezilecek Yerler

0
3836

Semt semt anlatmaya devam ettiğim İstanbul’da bu kez Haliç’in güney kıyısında bir yolculuğa çıkacağız.

Altınboynuz da denen Haliç, İstanbul’u Sarayburnu ile Galata olmak üzere ikiye ayırıyor. Üzerinde yer alan köprü ise modern mimarinin tüm tekdüzeliğini barındırdığından pek ilgi çekici değil ama yan yana durmuş balık tutanlar için artık bu kentin kültürel simgelerinden biri denilebilir.

Aşağıda da bahsettiğim Türkiye’de çekilen yabancı filmlerden olan Skyfall filmini izleyenlerin dikkatini çekti mi bilmem ama filmde James Bond gelip Haliç Köprüsü’nden aşağı atlar ve ne hikmetse denize değil bir trenin üstüne düşer, sonra da kovalamaca memleketim Adana’da devam eder, tren Toros Dağları arasında süzülür falan… Hollywood filmlerinde gördüklerinize ne kadar güvenebileceğinizi anlamanız için bu ufak anekdotu bırakayım istedim!

Haliç Köprüsü Tarihi Hikayesi

Aslında zamanında buraya çok daha şık bir köprü yapılması tasarlanmış, üstelik de öyle alelade isimler tarafından değil! İlk olarak Leonardo da Vinci (evet o Leonardo da Vinci) 1502 yılında Sultan 2. Beyazıt’a bir mektup göndererek eğer sultan buyurursa buraya gemilerin geçebileceği kadar yüksek bir köprü yapmayı teklif etmiş. Hatta iddialara bakılırsa dahi mucit Boğaz Köprüsü yapmayı bile önermiş! Sonrası ise ne yazık ki bilinmiyor.

Gerçekleşmeye daha çok yaklaşan bir tasarı ise bundan birkaç yıl sonra Rönesans’ın en ünlü isimlerinden bir diğeri tarafından sunulmuş: Sistine Şapeli’ni, Floransa’daki ünlü Davut Heykeli’ni yapan büyük sanatçı Michelangelo! (linklerden Roma ve Florsansa’daki gezilecek yerleri de görebilirsiniz)

Papa’nın kendisine yönelttiği bazı suçlamalar nedeniyle Engizisyon’un gazabından korkan ve onların elinin ulaşamayacağı tek yer olan İstanbul’a kapağı atmaya çalışan Michelangelo Haliç’e köprü yapmaya talip olmuş ve 1519 yılında Yavuz Sultan Selim de bu öneriyi kabul edip ustayı davet etmiş.

Ne var ki aradan geçen zamanda sanatına devam edebilmesi için hakkındaki suçlamalar hasıraltı edilen Michelangelo, Floransa’da rahatı yerinde olduğundan gelmekten vazgeçmiş.

Bu konu hakkında Mathias Enard’ın Savaşları, Kralları ve Filleri Anlat Onlara adında kurgu bir romanı da mevcut, ben okuduğumda epey beğenmiştim. İstanbul sokaklarında gezinen bir Michelangelo’yu okumak isteyen herkese bu ödüllü kitabı öneririm.

Haliç Köprüsü’nü geçer geçmez karşınıza neredeyse yan yana olmak üzere Ahi Çelebi Camii, Rüstem Paşa Camii, Mısır Çarşısı ve Yeni Camii çıkacak.

Bunlara bir göz attıktan sonra da Süleymaniye Camii’ne geçip Çemberlitaş’a doğru bir rota çizeceğiz.

Haliç, Eminönü, Beyazıt, Süleymaniye ve Çevresinde Gezilecek Yerler

Ahi Çelebi Camii

Çevresini saran daha büyük yapıların arasında biraz ufak kalsa da bu eski cami de yanından geçerken bir göz atmanızı tavsiye edeceğim bir nokta.

Yapım tarihi tam bilinmese de 1539’da çıkan yangında hasar gördüğüne göre daha eski olmalı.

Turuncu pembe tuğlaları var, minaresi ise restore edilirken günümüz yapılarına biraz fazla benzetilmiş.

Camiyi yaptıran Ahi Çelebi ise hem 2. Beyazıt hem de Yavuz Sultan Selim döneminde hekimbaşı olarak hizmet vermiş biri.

90 yaşında hacca giden Ahi Çelebi dönüş yolunda Kahire’de vefat edip gömüldüğünden edebi istirahatine burada uğurlanamamış.

Bence caminin en önemli yanı ise Evliya Çelebi’nin Evliya Çelebi olmasına sebep veren meşhur rüyasının burada geçmesidir. Anlattığına göre Evliya Çelebi rüyasında kendini burada namaz kılarken görür ve cemaatin başında bizzat Hz. Muhammed bulunmaktadır. Onun huzuruna gider ancak “Şefaat ya Resulullah” diyecekken dili sürçüp “Seyahat ya Resulullah” der. Bunun üzerine peygamberin ona seyahat buyurmasının ardından ömrünün kalanını seyahatte geçirir.

Tabii Sigmund Freud’un yaklaşımıyla değerlendirecek olursak hem rüyalar hem de dil sürçmelerinin kaynağı bilinçaltı olduğundan aslında Evliya Çelebi’nin gezesi varmış diyebiliriz!

Rüstem Paşa Camii

Newsweek dergisi tarafından “Avrupa’nın en güzel camisi” seçilen bu yapıyı da ziyaret etmeden olmaz.

Bu onurun bahşedilmesinde en büyük etkenin içindeki muazzam çiniler olduğunu tahmin etmek zor değil, özellikle lale motifler daha o dönemde Avrupalıların laleden bihaber olduğu da hesaba katılırsa olağanüstü. (Hollandalıların laleyi “keşfetmesi” ve ardından sahiplenmesi 1630 civarında gerçekleşirken bu caminin inşaatı 1564’te tamamlanmış).

Duvarları tamamen kaplayan çinilerin ne yazık ki bazıları çalınmış.

Kanuni Sultan Süleyman’ın önemli bir sadrazamı ve biricik kızı Mihrimah Sultan’ın kocası olan Damat Rüstem Paşa’nın hamiliğinde Mimar Sinan tarafından yapılmış.

Altında dükkanlar yer alan ilk cami olması da mimarlık tarihi açısından yapıya anlam katıyor.

Pargalı İbrahim Paşa ve Sokollu Mehmet Paşa gibi Osmanlı tarihi açısında büyük önem arz eden iki ismin arasında kalan dönemde sadrazamlık yapan Rüstem Paşa da tarihçiler tarafından kah eleştirilen kah takdir edilen bir isim.

Benim ilginç bulduğum bir nokta, bu kadar güçlü ve zengin bir sadrazamın yaptırdığı, özellikle iç kısmı bu kadar etkileyici tasarlanmış bir camide tek şerefeli tek minare bulunması oldu.

Mısır Çarşısı

Türkiye’deki hiçbir çarşı, ne ün bakımından ne de içerik açısından yazının devamında bahsettiğim Kapalıçarşı ile yarışabilir.

Yine de hazır bu civardayken en azından Türkiye’nin en ünlü ikinci çarşısı denilebilecek Mısır Çarşısı’na da bir uğramakta sakınca yok.

İsminin kaynağı konusunda tartışmalar mevcut: Mısır’dan alınan vergilerle yapıldığı için bu adı taşıdığı söylense de içinde eskiden beri yer alan aktarların sattığı ürünlerin kaynağı veya hiç değilse ara durağı Mısır olduğundan bu ismi alması da mümkün (o yıllarda Doğu Afrika’da, Hindistan’ın güneyinde, Malezya’da ve Endonezya’da üretilen kahve, baharatlar, şifalı olduğuna inanılan bitkiler ve diğer ticaret ürünleri bu noktalardan deniz yoluyla Mısır’a getirilip sonra Akdeniz üzerinden İstanbul’a taşınıyor).

Bizans zamanında da bu noktada bir çarşı bulunduğu düşünülüyor.

Yeni Camii (Valide Sultan Camii)

Sarayburnu tarafına gelen herhangi birinin görmeme ihtimali olmayan bu koca yapı, ister Haliç Köprüsü’nden araçla, ister vapurla, ister tramvayla gelen herkesi tepeden bakarak karşılıyor.

Üstü üste eklenmiş yarım kubbelerin tepesinde yer alan kubbesi oldukça yüksek. Adeta bir kubbe piramidi yapılmış.

Adına bakıp da yeni sanmayın, adı Hürrem veya Kösem kadar sık anılmasa da kendi döneminde Osmanlı yönetiminde onlar kadar etkili olmuş iki hanımın eseri olan bu caminin yapımı 1665 yılında tamamlanmış ve epey dramatik bir öyküsü var.

İlk olarak 3. Murat’ın eşi ve 3. Mehmet’in annesi, çoğu gerçeklerden epey uzak olsa da adına cilt cilt romanlar yazılan Safiye Sultan’ın isteğiyle 1597 tarihinde inşaatına başlanmış ancak aksiliklerin ardı arkası kesilmemiş. O sırada denize nazır inşa edildiğinden ilk başta temele su dolması büyük sorun yaratmış. Ardından Mimar Davut Ağa veba nedeniyle hayatını yitirmiş.

Mimar Dalgıç Ahmet Ağa inşaatın başına geçse de bu sefer 3. Mehmet’in vefatı nedeniyle Safiye Sultan’ın Valide Sultan unvanını yitirip Topkapı Sarayı’ndan adeta bir sürgün şeklinde gönderilmesiyle inşaat tamamen durmuş.

Sürgün dediysem uzağa değil, o dönemde Beyazıt’ta bulunan ancak günümüze kalmayan Eski Saray’a yerleştirilmiş ama artık güçten düşmüş ve dönemin siyasi ortamı gereği rakipleri onun itibar kazanmaması adına inşaatı sürdürmemiş.

Rakipleri dediğim de yabancı isimler değil, gelini Handan Sultan ile torununun eşi Kösem Sultan (yani artık tahtta oturan 1. Ahmet’in annesi ile eşi). Hatta Safiye Sultan’ı bu iki ismin zehirlemiş olduğuna dair kuşkular da mevcut.

Yıllar geçmiş ve çürümeye terk edilen inşaata önce Safiye’nin rakibi Kösem Sultan’ın etkisi, sonra da yüksek masrafları nedeniyle kimse dokunmamış.

Neyse ki iyice zaman geçip de tüm siyasi karakterler tarih sahnesinden çekilince bu güzel konumdaki temelin haline yürek dayanmamış da o dönemin güçlü şahsiyeti Turhan Hatice Sultan’ın emri ve Sadrazam Köprülü Mehmet Paşa’nın desteğiyle 1665 yılında nihayet tamamlanmış. Dolayısıyla iki Valide Sultan yani padişah annesi tarafından yaptırılan camiye Valide Sultan Camii denmiş.

Burada son bir bilgi vereyim, eşi Sultan İbrahim’in çıkan isyan sırasında boğdurulması ve oğlu 4. Mehmet’in daha altı yaşındayken padişah ilan edilmesinin ardından Saltanat Naibesi unvanıyla Osmanlı İmparatorluğu beş yıl boyunca sadece fiilen değil aynı zamanda resmen Turhan Hatice Sultan tarafından yönetilmiştir.

Üstelik bu beş yılın büyük kısmı, isyan edip Sultanahmet Meydanı’na yürüyen sipahilerin yeniçeriler tarafında epey kanlı biçimde bastırılması ve Kösem Sultan ile mücadele edip sonunda öldürtmesi gibi büyük çalkantılarla geçmiştir. Bence bu özelliğinden dolayı kendisine bir bakıma Osmanlı’nın adı konmamış 37. padişahı bile denilebilir.

Hünkar Kasrı

Yeni Camii’nin hemen yanında yer alıyor ve yapım öyküsü de ona benziyor. Girişi gözden kaçabiliyor, gözünüzü açık tutun. Bir kez gezdiğinizde ise bir daha unutmayacağınız kesin.

Zaman içerisinde oldukça hasar görse de 2010 yılında başarılı biçimde restore edilmiş.

Neredeyse zeminden tavana dek kesintisiz çini kaplı, sedef kakmalı ahşap mobilyalar da cabası.

Hani aslan ininden belli olur denir ya, buraya gelip zamanında sultanların nasıl yerlerde yaşadıklarını bir görün bence!

Acıkanlara…

Bu kadar gezince acıkmış olmanız mümkün. Bu noktada karnınızı doyurmak için iki seçeneğiniz var.

İlki oldukça turistik bir yer ve hesabı gördüğünüzde üzülmeniz olası. Bütçesi imkan verenlerin çok memnun kalacağından ise eminim. Eminönü’nde yer alan Hamdi Restoran, boğazı seyreden masalarda leziz kebaplar sunuyor. Özellikle fıstıklı kebap muhakkak şans vermenizi önerdiğim bir tat.

Karnım doysun ama cüzdanımın canı yanmasın diyenler ise Eminönü sahilinde yer alan çok sayıda teknenin birinden balık ekmek alarak bir İstanbul geleneğini gerçekleştirebilirler. Denizden gelen tuz kokulu rüzgar püfür püfür suratınızı okşarken artık İstanbul ile, hatta doğrudan bu semtle özdeşleşmiş balık ekmek yemenin keyfi apayrı.

Süleymaniye Camii

Mimar Sinan tarafından Kanuni Sultan Süleyman adına inşa edilen cami, aynı isimli koca külliyenin bir parçası.

Heybetiyle isminin hakkını veriyor, Sultan 1. Süleyman’a Avrupa’da verilen isim gibi “muhteşem”. Zaten tarihi yarımadanın ünlü siluetinde en dikkat çeken yapılardandır.

1557 yılında tamamlanmış ve mimari açıdan görkemli olsa da iç süslemeleri özellikle sade bırakılmış. Bence bu yönüyle de Kanuni’nin saltanatını çok doğru biçimde yansıtıyor.

Alt paragrafta biraz bahsettim, günümüzde bazı eserlerde 1. Süleyman’ın devri şaşaa ile, gösteriş ile özdeşleştirilse de aslında Kanuni Sultan Süleyman manevi yönü ağır basan, dindar bir padişah.

Her zaman sade giyindiği, maneviyata önem verdiği, özellikle Hürrem Sultan’ın vefatının ardından bu yönünün daha da kuvvetlendiği ve idari işleri nispeten sadrazamla vezirlerine terk edip ahirete odaklandığı biliniyor.

Hatta Pargalı İbrahim Paşa ile aralarının açılmasında önemli bir etkenin de sadrazamın abartılı giyimi ve Topkapı ile yarışırcasına döşediği kendi sarayı nedeniyle dikkat çekmesi ve özellikle yabancı elçiler tarafından “sultandan daha sultan” görülmesi olduğu söyleniyor.

Öte yandan caminin yapısının büyüklüğü ise o dönemde Osmanlı’nın karşı konulmaz gücüyle uyumlu. Böylece bu camiyi gördüğünüzde ona adını veren şahsın kişiliğinde birleşen maddi kuvvet ile manevi tevazuyu aynı anda hissedebiliyorsunuz.

Ayrıca caminin dört minaresinin Kanuni’nin İstanbul’un fethinden sonraki dördüncü padişah olmasını, toplam on şerefe bulunmasının ise Kanuni’nin toplamda onuncu sultan olduğunu simgelediği düşünülüyor.

Külliye ise İstanbul’un en büyük ikinci külliyesi. Daha ileri bir tarihte, daha büyük ekonomik imkanlarla yapılmasına rağmen Fatih külliyesinden azıcık da olsa daha küçük tutulmasını ise ben Kanuni’nin atasına duyduğu saygıdan ötürü onu geçmek istememesine yordum.

Karşılıklı olarak birbirlerine edebi eser değerinde aşk mektupları yazmış olan, dizisiyle bir dönem televizyonda da çok ilgi çekmiş ünlü hanedan çiftimiz Kanuni ile Hürrem’in kabirleri de burada yan yana bulunuyor. Ee, İngilizlerin Diana’sı, Kate Middleton’ı olur da bizim olmaz mı?

Beyazıt Meydanı (Theodosius Forumu )

Rotamızı biraz güneye çevirme vakti geldi. Fuat Paşa Caddesi üzerinden, İstanbul’un tarihi sokaklarında sadece on dakikalık bir yürüyüşün ardından Beyazıt Meydanı’na varıyorsunuz.

Bu bölge şehrin kurulduğu zamandan beri İstanbul için önemli bir sosyal merkez olmuş. Hatta İstanbul’dan Trakya’ya giden yol da tam olarak buradan başlıyormuş (Romalılar dümdüz giden yollarıyla meşhurdurlar).

Pagan zamanlarda Boğa Meydanı olarak anılsa da sonradan Bizans’ın en önemli imparatorlarından biri olan 1. Theodosius, nam-ı diğer Büyük Theodosius’un buraya yaptırdığı zafer takı ve kendi heykelinin ardından Theodosius Forumu olarak isimlendirilmeye başlanmış.

Namındaki büyük de öyle boşuna değil, kendisi Batı ve Doğu Roma’ya bir arada hükmeden son imparator, hatta ölüm yeri de İtalya’nın kuzeyindeki Milan.

Tabii şimdi zafer takının yerinde yeller esiyor, Fatih’ten çok önce Bizans’ın bitmek bilmeyen iç kavgaları ve Venedikli yağmacıların etkisiyle tahrip edilmiş.

Neyse ki İstanbul Üniversitesi’nin çoğu Yeşilçam filminde yer alan ve karakterin üniversiteye gitmesini simgeleyen ünlü kapısı bu açığı biraz olsun kapatıyor.

Burada Sultan 2. Beyazıt’ın yaptırdığı Beyazıt Camii de bulunuyor. Tarihi dokusunu koruyan etkileyici bir yapı.

Hemen arkasında ise ünlü Beyazıt Sahaflar Çarşısı yer alıyor.

Arada yer alan Çınaraltı’nda oturup çay içerek dinlenmek için tarihi bir nokta. Dinlenmeniz de iyi olacaktır çünkü bizi labirentte bir macera bekliyor!

Kapalıçarşı

Beyazıt Camii’nin hemen yanında ise Türkiye’nin en ünlü alışveriş noktasının bir girişi bulunuyor.

Devasa çarşının birçok girişi var ancak ben rotamızı buradan girip Kılıççılar Kapısı ya da Nuruosmaniye Kapısı’ndan çıkarak devam edecek biçimde çizdim.

1460 yılında kurulan bu çarşı için İstanbul’un ilk alışveriş merkezi desem yanlış olmaz herhalde.

Turistlerin de çok ziyaret ettiği bir mekan, zaten İstanbul’a yolu düşen çoğu Hollywood filminde de illa bir sahne burada çekilir. Örneğin Liam Neeson’ın neredeyse hepsi İstanbul’da geçen ama maalesef kentimizi çok kötü gösteren filmi Taken 2’de bu çarşının tepesinde yürüyüp belli aralıklarla el bombası patlatarak birbirlerini bulmaya çalışıyorlardı.

Skyfall filminde ise James Bond rolündeki Daniel Craig çarşının tepesinde motosiklet ile kovalamaca yaşıyordu. Bunun gibi nedenlerle çarşının çatısının hasar gördüğü de gündemde ve koruma önlemleri artırılmaya uğraşılıyor.

Siz de İstanbul’a yolu düşen her turist gibi bir kez bu çarşıda dolaşın derim ama dikkat edin de kaybolmayın.

Nuruosmaniye Camii

İstanbul’daki en güzel camilerden biri olan Nuruosmaniye, özellikle Avrupa’dan gelen turistler arasında çok popüler olsa da yerli turistlerin gözden kaçırabildiği bir nokta.

Batılıların bu kadar ilgi duymasının nedeni Avrupai bir tarzda inşa edilmesi olabilir diye düşünüyorum. Barok üslubuyla inşa edilen camii, kübik yapısı ve geniş kubbesi ile dikkat çekiyor.

Yapımına 1748 yılında 1. Mahmut tarafından başlansa da onun ölümünün ardından 1755 yılında 3. Osman tarafından tamamlanmış.

İsmindeki Osman sözcüğünün Sultan 3. Osman’ın yaptırmasından mı kaynaklandığı yoksa Osmanlı Hanedanı’na genel bir referans mı olduğu ise tartışılıyor.

İsmine uygun biçimde kubbesinde En-nur Suresi yazıyor.

Çemberlitaş

330 yılında dikilen bu önemli anıt aynı zamanda bulunduğu bölgeye ve T1 tramvay hattının buradaki durağına da ismini veriyor, benim anlattığımdan farklı bir rota izlemek isteyenler bu şekilde ulaşabilir.

Yangın sırasında zarar görünce 1. Mustafa’nın emriyle yaklaşık olarak 1700 yılında yıkılmasın diye mermer sütunun çevresine bir çember şeklinde sarılan demir destekler nedeniyle bu ismi aldığı söylense de aslında ilk halinde de çember şeklinde süslemelere sahip.

Anıtı diktiren ise bu güzel şehri kuran, daha doğrusu Sarayburnu’ndaki ufak Byzantion yerleşimini büyütüp kendi adını vererek Roma İmparatorluğu’nun başkenti haline getiren İmparator Konstantin.

Hatta biraz da nispet yaparcasına bu sütunu Roma’daki Apollo Tapınağı’ndan buraya getirtmiş ve üstündeki Apollo heykelini söktürüp kendi heykelini diktirmiş.

Anlayacağınız Roma İmparatorları pek de alçakgönüllü sayılmazlar, zaten daha sonraki imparatorlardan hem Julianus, hem de Theodosius sütunun tepesindeki heykeli söktürüp yerine kendi heykelini diktirmiş.

Son bir not, sütun Avrupa’da genellikle Konstantin Sütunu veya Yanık Sütun diye biliniyor.


İstanbul öyle tarihi, öyle güzel (ve öyle büyük) bir şehir ki yaz yaz bitmiyor! Daha anlatacak çok şey var ama hepsini bir günde gezmenin mümkün olmadığı aşikar. Sonraki yazılarımda İstanbul’u semt semt dolaşmaya devam edeceğiz. Görüşmek üzere…

CEVAP VER

Lütfen yorum giriniz!
Lütfen isminizi yazınız