Kategoriler Listeler

Avrupa’nın Gizli Kalmış 10 Özel Rotası

Avrupa’da dolaşan bir söylenti vardır ‘Bütün şehirler birbirine benziyor’ diye. Paris’in romantizmi, Roma’nın tarihi, Amsterdam’ın huzurlu resmi, Kopenhag’ın kanalları elbette büyüleyicidir ve ilk defa görüldüğünde insanı kendine aşık eder.

Her gittiğimiz Avrupa kentinde, ‘keşke burada yaşasam’ hissini tadarız. Fakat bir noktadan sonra maalesef ki şehirler hakikaten de birbirine çok benziyormuş hissi uyandırır. Bir tarihi kent meydanı, rengarenk binalar, sivri kuleli devasa kiliseler hemen hemen her Avrupa şehrinde karşımıza çıkacak manzaralardır.

Peki ya biraz daha farklı bir rota çizsek? Belki de o çok arşınlanmış yolun arka sokağında bambaşka bir lezzet bulacağız. Oklarla gösterilen, üzerilerine onlarca seyahat rehberinin yazıldığı şehirlere değil de pek kimsenin bilmediği alternatif rotalara yönelsek? Hikayeleri gizli kalmış, turistlerin hışmına uğramayan, doğa ve tarih harikası tenha şehir ve kasabalara çevirsek yönümüzü, nasıl olur?

Bu rehberde size Avrupa’nın gizli kalmış en güzel rotalarını sunmaya gayret ettim. Eğer siz de farklı tatlar ve deneyimler arıyorsanız bütçeniz için de çok yardımcı olacak bu şehirlere mutlaka bir göz atmalısınız.

1) Kartpostalları Andıran Bir Güzellik – Škofja Loka, Slovenya

Listemize aslında Avrupa’nın kendi başına en keşfedilmemiş ülkelerinden biri olan Slovenya ile başlıyoruz. Slovenya diğer sınır ülkeleri Avusturya, Macaristan, Hırvatistan veya İtalya kadar popüler bir destinasyon değil. Fakat bunun nedenini anlamak güç, çünkü sahip olduğu muhteşem dağları, yeşillikleri ve tarihi dokusu ile saydığım ülkelerle yarışır bir vaziyette.

Ayrıca seyahat bütçesi açısından çok daha makul bir opsiyon. Euro ülkenin 2007 yılından beri para birimi. Fakat birim fiyat açısından diğer euro ülkelerinden daha ucuz.

Size bahsedeceğim kasaba Škofja Loka ülkenin başkenti Lübliyana’nın 20 kilometre kuzeybatısında yer alıyor. Buraya şehir merkezinden 20 dakikalık bir tren yolculuğuyla ulaşabiliyorsunuz. Ljubljana Jože Pučnik Havaalanı da kasabaya 20 dakika uzaklıkta yer alıyor.

Škofja Loka büyüleyici bir orta çağ kasabası. Slovenya’nın en iyi muhafaza edilmiş alanlarından biri olduğu söyleniyor. Zaten UNESCO Dünya Mirası listesinde bulunuyor.

Arnavut kaldırımlarıyla bezenmiş yolları, dış cepheleri sizi bir peri masalına davet eder şekilde eski evleri ve bu güzel kasabayı çevreleyen yemyeşil ormanları ile dingin bir tatilin ideal adresi.

1200’lü yıllarda resmi olarak şehir ilan ediliyor. Siz benim kasaba dediğime bakmayın, city/town ayrımı Türkçe’de çok kesin olmadığı için ben kasaba demeyi tercih ediyorum Fakat burası 12 bin nüfuslu ufak bir şehir.

Škofja Loka’da nereleri görebiliriz? Öncelikle gitmeniz gereken ilk yer tarihi taş köprü. Bu açıdan özellikle yaz aylarında çekilen fotoğraflar adeta bir kartpostalı andırıyor. Capuchin Köprüsü tam 600 yıllık bir köprü.

Köprüyle aynı adı taşıyan kilise ve manastır da 1709 yılında inşa edilmiş ve heybetiyle göz kamaştırıyor. Manastırın sahip olduğu 30,000 kitaplık kütüphane de ülkenin en önemli eserlerinin ilk nüsha ve tek kopyalarının saklandığı yer.

Yeşil çayırların üzerinde uzanan Škofja Loka Kalesi ve Müzesi de şehirde ziyaret edilebilecek noktalardan.

Şehrin en iyi muhafaza edilmiş binalarından olan Granary yani tahıl ambarını ziyaret edebilir, kültürel ve tarihi mirasa sahip çıkan de rotanıza Açık Hava Müzesi’ni (Muzej na prostem Škoparjeva hiša) ekleyebilirsiniz.

2) Festivalleri, Güzel Şarapları ve Zeytin Ağaçları ile Pals – İspanya

Biraz daha güneye, sıcak denizlere inelim. İspanya’nın kuzeyinde, Katalonya kıyı bölgesinde yer alan Costa Brava sınırları içerisindeki bir kasabaya gidiyoruz.

Bu sefer bahsettiğim gerçekten de şehir değil. Buraya bir kasaba hatta köy bile denebilir. Pals’ın nüfusu sadece 2,400 kişi!

Pals, tarihi 9. yüzyıla dayanan bir orta çağ kasabası. Anlamı Latince ‘palus’tan geliyor. Bu da sulak alan anlamına geliyor.

Sarmaşıklar ve çiçeklerle kaplamış taş evleri, kemerli sokakları, zeytin ağaçlarıyla bir film setine benziyor Pals.

1973’ten beri korunması gereken tarihi alan statüsü altında. Bu tarihin bu kadar geç olma nedeni de köyün onlarca yıldır ihmal edilmesinin ardından yerel bir sakini önderliğinde kültürel mirasa kazandırılması.

Torre de las Horas, yani Saat Kulesi ziyaret edebileceğiniz turistik sporlardan biri. Kule aslında 15. yüzyılda Katalan sivil savaşının ardından harabeye dönen bir kalenin kalıntıları üzerine kurulmuş.

Tarihi 15. yüzyıla dayanan Casa De Cultura Ca La Pruna Müzesi‘ni ziyaret edebilir burada Katalan şaraplarıyla ilgili bir sergiyi gezebilir ve 18. yüzyıl eczanesini ziyaret edebilirsiniz.

1000 yıllık tarihi ile Romanesk, Gotik ve Barok stilleri bünyesinde barındıran Sant Pere Kilisesi’ni ziyaret edebilirsiniz.

Pals’ı ziyaret etmeniz için en güzel dönem ağustos ayı. Çünkü şehrin gastronomi ve kültürel zenginliğini belirten festivaller düzenleniyor. Bunlardan ilki midelere ziyafet Peynir ve Şarap Festivali. Ağustos’un son haftası gerçekleşiyor.

Diğeri ise ağustos ortasında gerçekleşenNit d’Espelmes.’ Tüm şehrin 10,000 mumla aydınlatıldığı bu ilginç festival atmosferiyle ziyaretçileri büyülüyor.

3) Go to Hel! – Polonya

Şimdi biraz daha kuzeye gidiyoruz ve Polonya’nın en kuzey noktasına yol alıyoruz. Hel yarımadası isminden mütevellit birçok şakaya konu oluyor. Gdansk’ı ziyaret eden turistler, turist rehberlerinde ‘Go to Hel!’ şeklinde beyanlar bulabiliyor.

Hel, Polonya’nın en kuzey kıyısında yer alan Gdansk şehrinin uç noktasında bir yarım ada. Baltık Denizi kıyısında yer alıyor. 34 kilometre uzunluğunda. Genişliği ise uzunluğuna göre oldukça kısa. Hatta yarımadanın en dar yerinde genişlik 150 metreye iniyor. Özellikle kış aylarında büyük dalgaların bu kısmı sular altına aldığı da söyleniyor.

Hel görünüm itibarıyla tam bir balıkçı kasabası. 4 binlik bir nüfusa sahip. Genellikle Gdansk halkının ya da bölgeye gelen turistlerin bir günlük kaçamak yaptıkları bir tatil mekanı olarak işlev gösteriyor. Fakat özellikle yaz aylarında uzun kumsalları ve deniz turizmiyle birlikte sanki Polonya’da değilmiş de bir Akdeniz ülkesindeymişsiniz gibi hissedebilirsiniz.

Peki Hel’de ne yapabiliriz? Öncelikle elbette kumlu sahillerine havlunuzu atıp ender güneşin tadını çıkarabilirsiniz. Akdeniz ve Ege’yi görmüş insanlara Baltık Denizi’ni yüzmek için pek tavsiye etmesem de yine de yaz sıcağında serinlemek için iyi bir seçenek olabilir.

Yüzmek haricinde Hel’de yapabileceğiniz çok ilginç bir şey var. Fok balıklarını ziyaret etmek! Baltık Denizindeki yaralı fok balıklarının tedavi edildiği bir koruma merkezi olan Sanctuary’de yaz aylarında saat 11-2 arası fok balıklarının beslenme saatine denk gelebilir ve oldukça kalp ısıtan bir deneyim yaşayabilirsiniz.

Günümüzde hala aktif olarak kullanılan 41 metre uzunluğundaki deniz feneri de yaz aylarında ziyarete açık.

Hel’e nasıl ulaşabiliriz? Gdansk merkezden feribot yoluyla ulaşabilirsiniz. 3 saat süren bu yolculuk size keyifli bir deniz ve kanal turu da sunacaktır. Ya da ana tren garından 2 buçuk saatlik bir tren yolculuğuyla kasabaya ulaşabilirsiniz.

4) Kaplıca Şehri Druskininkai – Litvanya

Evet yine, Avrupa ülkeleri arasında nedense Türkiyeli turistin ayağının pek de alışmadığı bir ülkeye uzanıyoruz. Litvanya kendi başına dahi az bilinen bir destinasyon bana kalırsa. Kaunas ve başkent Vilnius yazılarımıza buradan ulaşabilirsiniz.

Benim size bahsetmek istediğim şehir Druskininkai. Belarus ve Polonya’ya sınırında, Nemunas Nehri kıyısına konumlanmış bir şehir.

En çok bir kaplıca ve spa şehri olarak anılıyor. Etraftaki sınır ülkelerden ve Litvanya’nın dört bir yanından bölgeye spa turizmi için geliniyor.

Druskininkai yemyeşil ormanlarla çevrili doğası ve minarelli suları sayesinde çok huzurlu bir atmosfere sahip ve insana sağlık katıyor. Bu huzur dolu şehrin nüfusu ise sadece 14,172 kişi.

Spa turizminin yanı sıra şehirde ziyaret edilebilecek, yaz kış aktif olan 8 hektarlık devasa bir kayak kompleksi var; Snow Arena olarak adlandırılan bu kompleks Baltık ülkeleri arasında 365 gün hizmet veren bir alan olma özelliği taşıyor. Snow Arena içerisinde isteğe göre farklılık gösteren çeşitli kayak pistleri ve teleferik sistemleri mevcut.

Tarihi açıdan bakacak olursak şehrin en ikonik yapılarının başında “The Joy of All Who Sorrow’’ Kilisesi geliyor. İsmi kulağa oldukça tuhaf gelse de bu, Hazreti Meryem’in Doğu Ortodoks mezhebinde anıldığı ismidir. Bu güzel kilise de parlak mavi dış cephesi ve etraftaki tarihi ahşap evlerle güzel bir görüntü sunar.

Şehrin çarpıcı yapılarından biri sivri kuleleriyle dikkat çeken büyük tuğla kilisedir. Aziz Mary Kilisesi olarak anılır ve 1840’lerde inşa edilmiştir.

Şehrin ana sokağı Vilnius sokağıdır. Bu sokak üzerinde mağazalar, restoran ve kafeler ziyaret edilebilir.

Elbette en ünlü turizm sebebi olarak Druskininkai Aqua Park’ı ve Spa merkezi gösterilebilir.

Tüm bunların yanı sıra Druskininkai’de çok ilginç kimi spotlar bulunuyor. Genelde ana akım turizm açısından pek ilgi görmese de bu spotlar özellikle ilginç şeylerin peşinde koşan meraklı turistleri ve alternatif seyahat rotalarını sevenler için ilgi çekici olabilir.

Bunların başında Gruta Park’ı geliyor. Bu park Lenin gibi Sovyet dönemi liderlerinin devasa heykellerinin sergilendiği, yeşillikler içinde bir açık hava parkı.

İkinci olarak şehrin biraz dışında yer alan ve 2007 yılından beri yalnızlığına terk edilen sanatoryum ziyaret edilebilir. Bu devasa senatoryum yıkılmaya yüz tutmuş olsa da şehrin en büyük binalarından biri ve muhteşem fotoğraflara sahne oluyor.

Son olarak Druskininkai eski Sovyetler Birliği sınırlarında yer aldığı için Sovyet mimari örneklerine az da olsa sahip. Bu, günümüz için çok avangart duran, çoğu zaman ürkütücü mimari örneklerini mutlaka ziyaret etmelisiniz. Örneğin Balneological Hastanesi ve Vandes Parkas bu mimari yapılar için güzel örnekler.

Eğer yolunuz Druskininkai’ye düşerse yemyeşil ormanları da gezmeyi ihmal etmeyin.

Şehre Vilnius ya da Kaunas’tan otobüslerle ulaşabilirsiniz.

5) Drakula’nın Mistik Diyarlarına Yolculuk – Sighișoara, Romanya

Şimdi biraz ürkütücü diyarlara gidiyoruz. Neden mi? Çünkü Transilvanya’dan bahsediyorum.

Romanya’nın meşhur bölgesi Transilvanya tarihinden mütevellit çeşitli efsanelere konu olmuş. Bölge üzerine çağlardır yazılan çizilen o kadar çok kaynak var ki… Hepsi de bu tuhaf diyarın mistikliğinden, derin mağaralarından, geceleri mutlaka uluyan kurtlarından ve sarp yamaçlarından bahsediyor.

Transilvanya’dan çıkmış en meşhur şey ise İngiliz yazar Bram Stoker’a ilham veren DrakulaDrakula’nın yani gerçek hayattaki ismiyle Vlad Tepes’in (Kazıklı Voyvoda) Sighişoara şehrinde yaşadığı rivayet ediliyor. Hatta günümüzde, Vlad’in doğduğu evi bu şehirde ziyaret edebilirsiniz.

Sighişoara Mureş şehrinde yer alan bir kasaba. Sınırları dahilinde birçok köye sahip. Tarnava Mare Nehri üzerinde yer alıyor. Nüfusu 30,000. Pastel renklerdeki evleri, arnavut kaldırımları ve orta çağ Kaleleri şehrin silüetini oluşturuyor.

Eğer Avrupa’nın Kuzey ve Batı Avrupa’nın birbirine benzeyen görüntüsünden sıkıldıysanız ve daha ilginç bir destinasyon arıyorsanız bu kasabayı mutlaka ziyaret etmelisiniz.

Doğu Avrupa’nın kendine özgü bir mistisizmi var. Sighişoara da tarihi evlerini çevreleyen, sarmal bayırlı, kulelerle dolu çehresi ile yemyeşil ormanların içerisinde gizli kalmış bir kuytu.

Sighişoara’ya gitmişken elbette Drakula’nın doğduğu ev olarak rivayet edilen biraz metruk hale gelmiş yapıyı ziyaret edebilir ve Vlad’in odasında bulunabilirsiniz. Kasabanın merkezinde Vlad’ın bir büstü de bulunuyor.

Rengarenk sokaklar arasında dolaşırken bir bakmışsınız tüm kasabayı gezmişsiniz. Çünkü bölgede tam 3 tane ana sokak var ve hepsini gezmek birkaç saatinizi alıyor.

Gitmişken mutlaka saat kulesine tırmanıp şehrin yeşillikler içerisindeki görünümünü seyre dalın.

Sighişoara eviniz ya da sevdikleriniz için ilginç figürler, aksesuarlar almak için de güzel bir adres. Bölge halkı hem el işine çok düşkün hem de böylesine mistik bir çevrede ortaya farklı şeyler çıkabiliyor.

Related Post

Son olarak uzun bir merdiven tırmanarak ‘Tepedeki Kilise’ olarak anılan Gotik stilindeki ibadethaneye de uğrayabilir böylece bir Avrupa şehrinin olmazsa olmazı kilise ziyaretinizi tamamlamadan seyahatinizi bitirmemiş olursunuz.

6) Ressamlara İlham Veren Annecy – Fransa

Şimdi Avrupa’nın en şık ülkelerinden Fransa’ya gidiyoruz. Ülkenin güneydoğusuna, İsviçre sınırının yakınlarına, güzelliği kulaktan kulağa yayılan bir şehre çıkıyor yolumuz: Annecy.

Bu nasıl güzel bir şehirdir? Gündüzleri uzaklarda görünen zirveleri karlı dağlar Avrupa’nın en berrak gölü olarak nitelendirilen masmavi Annecy Gölü’yle muhteşem bir ikili oluşturur.

Akşamları ise pastoral bir şiirin arka planı olan evlerin ışıkları göle yansır. Büyüleyici bir ortam oluşturur. Bu güzel göl bu kadar etkileyici olur da sanatçılara ilham vermez mi? Meşhur Fransız ressam Paul Cezanne, işte tam da Annecy Gölü’nü resmeder.

Gölün temizliği hem yerel halk hem turistler için bölgeyi bir yaz spotu haline getirmiş. İnsanlar keyfince yüzüyor burada. Yüzmenin yanı sıra su sporları da çok yaygın. Dalış, rüzgar sörfü ve kürek sörfü bölgede sıklıkla yapılıyor.

İnsanlar alakasız coğrafyalarda güzel buldukları şeyi hep meşhur olan başka bir şehir ile niteler ya, işte burası da ‘Alplerin Venedik’i olarak adlandırılıyor. Şehir, listedeki en yüksek popülasyona sahip, buna rağmen burada sadece 125,000 kişi yaşıyor!

Tarihi şehir meydanı birkaç saat içinde arşınlayarak bitirebileceğiniz türde. Ama bu aktiviteden alacağınız zevkin bitmesini istemeyeceğinize eminim. Eğer kalabalık Avrupa şehirlerinden, insanların gide gide size tanıdık hale getirdiği metropollerden sıkıldıysanız bu yazıda size önerdiğim yerleri mutlaka denemelisiniz.

Özellikle de Annecy bir film setini andıran sokakları, pastel tonlarda rengarenk evleri ile sizi huzura çağırıyor. Arnavut kaldırımlı sokaklarında oturup tatlı güneşin altında rahat bir nefes alabilir, sevimli kafelerinde dondurma ve meşhur Fransız kuruvasanının tadını çıkarabilirsiniz.

Fakat Annecy’e gittiğinizde yemenizin şiddetle önerildiği bir şey var ki o da raclette. Eritilmiş özel bir peynir türü, kuru et, kornişon ve soğan turşusundan meydana geliyor. Şehrin her yanında insanların hararetle yediği bir şey görürseniz bilin ki bu raclette’dir.

Şehirde gidilmesi gereken noktalardan biri de The Pont des Amours yani Aşıklar Köprüsü. Gölün iki yanındaki yemyeşil iki parkı birleştiren bu köprüde öpüşen çiftlerin asla ayrılmayacağına dair bir inanış mevcut. Denemekten zarar gelmez.

Evet, son olarak da şehrin aslında en ikonik görüntüsünü, gölü adeta bir gemi gibi ikiye bölen Palais de l’Île oluşturuyor.

12. yüzyılda inşa edilen ve sırasıyla hapishane, mahkeme ve bir Lord’un evi olarak kullanılsa da günümüzde bir tarih müzesi.

Kuleleri ve taş dış cephesiyle gözlere şenlik bir nokta.

7) Vurucu Bir Siluet – Dinant, Belçika

Şimdi Fransa’dan çok uzaklaşmıyoruz ve sınır ülkesi Belçika’nın Fransızca konuşulan bir bölgesine gidiyoruz.

Wallonia olarak adlandırılan bu bölgede yer alan Dinant da tıpkı Annecy gibi bir göl kıyısı şehri. Ve yine aynı Annecy gibi bir saatte gezilebilecek bir merkezi var. Fakat Dinant’ı görür görmez vurulacaksınız.

Göl kıyısında rengarenk dizilmiş evler, buraya kadar pek çok şehre benziyor. Fakat arka planda yükselen devasa kayalık ve üzerindeki kale? Şehrin kartpostalları andıran silüeti insanı farklı diyarlara götürüyor.

Şahsen ben insanların hurra akın etmediği, kendi kendime olabileceğim, her sokağını arşınlayıp farklı hikayelere ulaşabileceğim destinasyonları daha çok seviyorum. Dinant da aynı öyle bir şehir ve Avrupa’nın az bilinen rotalarından biri. Şehrin nüfusu listemizde 111 bin ile Annecy’den sonra ikinci geliyor.

Dinant şehrine yukarıdan bakan 1815 yılında inşa edilmiş Kale mutlaka ziyaret edilmesi gereken bir yer. En üst noktasına 405 basamaklık bir merdivenle ya da 11 euro ödeyerek bindiğiniz bir teleferikle ulaşabiliyorsunuz. Seçim size kalmış, ama şehre muhakkak yukarıdan bir bakın.

Kıyıda yer alan Collegiate Kilisesi de 13. yüzyılda inşa edilmiş gotik bir kilise. Arkasında görünen kale ile birlikte hoş bir sahne yaratıyor.

Her şehirde olduğu gibi Dinant’ta da bir saray bulunuyor. Castle of Freÿr olarak adlandırılan bu saray mimarisiyle olduğu kadar muhteşem bir tasarıma sahip olan devasa bahçesiyle de ilgi çekiyor.

Şehrin ilgi çekici noktalarından biri de kılıçla yarılmış gibi görünen Rocher Bayard kayalığı. Göl kıyısında yer alıyor ve günümüzde arasından trafiğin aktığı bir cadde geçiyor. Efsaneye göre bu kaya parçası mitolojide adı geçen Bayard isimli dev atın toynakları tarafından ikiye ayrılmış.

Şehre geldiğinizde orman seyahatleri yapabilir, Grotte de Dinant isimli devasa mağaraya da uğrayabilirsiniz.

Son olarak Brüksel’in meşhur bira markası Leffe’nin tarihine bir yolculuk yapabilir, biranın nasıl hazırlandığını görebilir, tadım yapabilirsiniz. Leffe Evi aynı zamanda otel olarak da hizmet veriyor.

Dinant’a Brüksel’den 1,5 saatlik bir araba ya da tren yolculuğuyla ulaşabilirsiniz.

8) Masal Diyarı Cotswolds, İngiltere

Şimdiki adresimiz İngiltere’nin Gloucestershire bölgesinde yer alan Cotswold Tepeleri. Sarı kireçtaşından tek katlı evleriyle bizi yüzyıllar öncesine götüren gerçek bir köy-şehir burası. Sınırları dahilinde yeşil çayırlarında kuzuların koşturduğu bir sürü köye sahip.

Tarihe baktığımız zaman aslında bu şehrin ekonomik bir felaketten sonra bu hale geldiğini öğreniyoruz. Eskiden burası bir yün endüstrisi merkeziymiş. Derken ekonomik sıkıntılardan dolayı sektör batınca köy kendini geliştiremeden öylece kalmış. E kötü mü olmuş? Asla, bu örneği duyunca keşke biz de bu kadar fazla gelişme ve endüstriyelleşme meraklısı olmasaydık dedim.

Chipping Campden şehrin 17. yüzyıldan kalmış bir alışveriş sokağıdır. Dönemin zengini yün fabrikatörlerinin ihtişamlı evleri sıra sıra dizilidir.

Bölgenin en ünlü yapısı 800 yıl boyunca bir manastıra ardından 500 yıl boyunca soylu bir aileye ait olan Stanway Evi’dir.

Cotswold sınırları dahilinde birçok köye sahip. Bu köylerin hemen hemen hepsi bir masaldan ya da filmden fırlamış gibi görünen evlerden oluşuyor. Stanton da rahatlıkla dünyanın en güzel köyleri olarak adlandırabileceğimiz bu köylerden biri. Çiçeklerle bezenmiş dış cephelere ve bahçelere sahip evler ve 15. yüzyıldan kalma bir kiliseye sahip.

Hidcote Bahçesi (Manor Garden) açık hava odaları temasına sahip birbirinden güzel şekillerde bitki ve ağaçların yer aldığı bir 20. yüzyıl bahçe tasarımı.

Son olarak Cotswold’un hem en ziyaret edilen hem de en çarpıcı yeri Bourton-on-the-Water. Bu şairane isme sahip köy yine yazıda bahsettiğim başka şehirler gibi Cotswold’un Venedik’i olarak anılıyor. Sokaklarının, usul usul akan bir nehirle kesiştiği Bourton, Anglo-Saxon dönemden beri yerleşim altında olunan bir bölge. Buna rağmen o kadar el değmemiş görünüyor ki… Şahit olduğumuz sahnelerden, yaşadığımız şehirlerde gördüklerimizden dolayı inanması güç ama tarihi dokuyu ve doğayı korumak konusunda başarılı olabilmek de mümkün.

9) Göller Diyarında Yemyeşil Bir Şehir Vaxjö – İsveç

Kuzeylere uzanalım ve İsveç’in en huzur verici şehrine Vaxjö’ye gidelim. Nasıl söylendiğini tam olarak çözemesek de bu şehir ülkenin güneyinde yer alır.

İsveç içi dışı sularla kaplı. Hem Baltık Denizi kıyısında hem de kendisi aslında yüz binlerce adadan oluşuyor. Fakat Vaxjö’nün denize kıyısı yok. Göl kıyısında bir şehir. Hatta göller yöresi olarak adlandırılan bir bölgede yer alıyor.

70,000’lik nüfusuyla aslında İsveç’in büyük şehirlerinden biri sayılabilir.

Şehrin ismi İsveççe’de cadde ve göl anlamına gelen vag ve sjö kelimelerinden oluşur. Rehberde verdiğim kimi örnekler gibi yüzyıllardır bölgede ikamet edilmesine rağmen asla bozulmamış, kendini betona vermemiş bir şehir.

Her ziyaretçi, bu şehrin yeşillendiğinden nasıl büyülendiğini anlatıyor. Sessiz, sakin, yeşil, düzenli bir Avrupa rotası çizmek isterseniz Vaxjö’ye uğrayın derim.

Peki size kuzey ışıklarını bu şehirden görebilirsiniz desem? Kimileri bunun için kuzey noktasına gitmenin şart olduğunu düşünür. Bu muhteşem olsa da baya tuzlu bir deneyim. Eğer alternatif bir kuzey turu yapmak ve ileride daha büyük bütçelerle buraya zaten dönerim diyorsanız Vaxjö’de kuzey ışıklarını görebilirsiniz.

Küçük şehrimizde gezilecek yerlerin başında Helgasjön Gölü kıyısında yer alan Kronoberg Kalesi kalıntıları yer alıyor. Şanslıysanız kalenin silüetiyle birleşen rengarenk kuzey ışıklarını görebileceğiniz alan da burası.

Kalıntıları ve gölün çevresini gezmek için en güzel seçenek ise Thor isimli 130 yıllık bir vapur ile tura çıkmak. 1887 yılında yapılan ve günümüzde halen aktif halde kullanılan bu vapur, turistlerin bölgede ilk yaptıkları şey.

Şehrin ikonik yapılarından biri de günümüzde otel olarak kullanılan Teleborg Kalesi. Trummen Gölü kıyısına kurulan kale orta çağa ait gibi görünse de aslında 1900 yılında bir mimarlık firması tarafından soylu bir kont ve eşi için inşa ediliyor. Çiftin ölümünün ardından kale kız öğrenciler için bir okul olarak kullanılıyor. Muhteşem değil mi? Ardından 1964 yılında şehrin malı olan yapı, etrafındaki devasa yeşillikle birlikte hem konaklama hem de çeşitli etkinlikler için kullanılmaya başlanmış.

Vaxjö’de ziyaret edilebilecek çok sayıda müze var. Bunların başında 1867 yılında kurulan ve İsveç’in en eski müzesi olan Småland Müzesi geliyor. Bu müze dahilinde Viking’lerden, 19-20. yüzyıl çiftçi topluluklarına kadar birçok dönemden cisimler sergilenmektedir.

Småland Müzesi’ne ait diğer bir kısımda ise İsveç Cam Müzesi (Swedish Glass Museum) bulunmaktadır. İnsan 17. yüzyıldan kalma kraliyet bardaklarına bu kadar hayran kalacağını düşünmese de 20. yüzyılın fantastik ve çağdaş İsveç trendlerini görünce bölge insanını takdir etmekten geri kalamıyor.

10) Balinalar ve Şelalelerle Dolu Bir Gezi, Akureyri – İzlanda

Şimdi listenin en kuzeyine gidiyoruz ve diğer destinasyonlardan farklı olarak burada tarihin, mimarinin değil de yaşadığımız gezegenin ne kadar güzel olduğunun farkına varıyoruz.

İzlanda’nın en büyük ikinci kenti olan ve kuzeyin başkenti olarak adlandırılan Akureyri’ye gidiyoruz.

138 kilometrekarelik bu şehrin nüfusu sadece 20,000. Bu kadar güzel bir bölgede azıcık nüfusla yaşamak bana sakinlerinin ne kadar şanslı olduğunu düşündürüyor.

Akureyri’yi gezmek için kendinize 3, 4 gün vermelisiniz. Çünkü burada yapacak çok şey var. Öncelikle kuzeyin en meşhur aktivitelerinden kuzey ışıklarını Akureyri’de de izleyebilirsiniz. Kuzey ışıklarını görmenin en iyi yolu karanlık fakat temiz bir hava, bulunduğunuz bölgede gökyüzünün ışıklarını emmeyecek bir ışıklandırma sistemidir. Akureyri bu tanımlara tamı tamına uyar ve diğer popüler merkezlerden çok daha uygun bir bütçe gerektirir.

Eski zamanlarda İzlandalıların nasıl yaşadığını görmemizi sağlayan adeta bir açık hava müzesi halindeki kulübeler Laufas Çim Evleri‘ni ziyaret etmelisiniz. Çim diyorum çünkü minik evlerin dik çatıları bir çim örtüsüyle kaplıdır. İlk olarak 1865 yılında inşa edilmiştir.

Şehirde gidilebilecek yerler ve yapılabilecek aktiviteler sizi Avrupa’nın hiçbir yerinde karşılamayacak cinstendir; hayvanlar ve doğa ile iç içe bir deneyim sunar. Şehir merkezinden 15 dakikalık bir araba yolculuğuyla kırsala ulaşabilir ve atlarının bile çok mutlu göründüğü çiftliklerde ata binme keyfini yaşayabilirsiniz. Bunun için size bölgenin meşhur mutfağından lezzetli seçenekler de sundukları turlar mevcut.

Günün yorgunluğunu atmak için Akureyri’nin meşhur bira banyolarını denemeye ne dersiniz? Evet yanlış duymadınız. Bira banyoları, 2017 yılında açılan bir merkezin yılın her günü sunduğu bir hizmet. Fakat en güzeli kışın, buz gibi havada ve karların arasından yapılan bir yolculuk sonunda. Mayanın vücudu yenilediği ve sıkılaştırdığı düşünülüyor. İzlandalılar da bunu yenilenmek için bir fırsat olarak görmüşler.

Akureyri’de yapılan en muhteşem aktivitelerden biri de balina gözlem turları. Mavi balina ya da katil balina gibi çok ender görülen balina türleri bile yılın kimi zamanları bu eşsiz coğrafyaya sahip bölgede gözlemlenebiliyor. Bunun için elbette bir tura katılmanız gerekiyor. Balinaların dışında Akureyri kuş türleri açısından da inanılmaz zengin bir şehir. Kuş gözlem turları da bu kapsamda mevcut.

Kuzeye gidip kaymamak olmaz. Yılın 180 günü açık olan ve ülkedeki en iyi kayak merkezi olarak kabul edilen Hlíðarfjall 700 metrelik yamacı ile her yıl meraklılarını ağırlıyor.

Jólahúsið isimli Noel Evi, sadece Noel’de değil yılın her vakti ziyaret edebileceğiniz bir hediyelik eşya dükkanı. Tipik bir İzlanda balıkçı evinin bir Gingerbread House’a dönüşmüş hali gibi. Burada hediyelik eşyalar ve dekoratif süslemelere olduğu kadar İzlanda’ya özgü Noel yemeklerine de bir şans verebilirsiniz.

Akureyri’de gezilecek çok daha fazla yer var; bir doğa harikası olan Mývatn Gölü, volkanik bölgeleri ve büyüleyici şelaleleri… Bunların yanı sıra şehir merkezinde bulunan sanat müzeleri, güzel kafe ve restoranları da şehrin modern yanına hayran kalmak için yeterli.

Avrupa’dan sıkılmayın, sadece rotanızı farklı yönlere çevirin!

Paylaş
İrem Kulaber

gezmeden, yazmadan, hikaye anlatmadan ve dinlemeden duramaz edebiyat + medya iletişim mezunu içerik üreticisi, şimdilik beyaz yakasını renklere boyamaya çalışıyor