Kategoriler Listeler

Dünyanın Mimari Harikası 9 Şehri ve Simge Yapıları

Gezmeyi seven biriyseniz şayet mutlaka bazı şehirler sizi farklı özellikleriyle cezbeder. Kimi şehirlerin yemeklerine bağlanırsınız, kiminin plajlarına… Kimi birer sanat merkezidir, kimi müzeleriyle sizi kendisine çeker. Bazı şehirlerinse kendisi canlı bir müze, bir sanat galerisi gibidir; yürüdüğümüz sokaklar, önünden geçtiğimiz yapılar bizi mimarisiyle büyüler. Bu mimari harikası şehirler farklı tarihi dönemleri yansıtır, bazen ise fütüristik yapılarıyla geleceğe selam verirler.

Düşünün, Floransa’da dolaşırken gördüğünüz tüm o binalarda Rönesans doğmuş ve dünya tarihini değiştirmiştir.

Barselona’nın mimarisinde ise gotik dönemden Endülüs medeniyetine, İspanya İç Savaşı’na kadar pek çok dönemin izleri vardır.

Brasilia’da bunların hiçbiri yoktur belki ama orada da yoktan var edilmiş bir şehrin sembolik yapıları geleceğe uzanır.

Bu yüzden mimarisiyle meşhur bir şehirde gezmek, bir müzede ya da sanat galerisinde gezmekten farksızdır. İşin güzel yanı da mimarisiyle ünlü bu şehirlerde sadece mimariye odaklanan turlar vardır. Bir rehber eşliğinde şehrin ikonik yapıları arasında gezer ve yürürken ansiklopedi karıştırıyormuş hissine kapılırsınız.

Ben de seyahatlerim sırasında hep içinde yaşayanlara ve yapım sürecine dair bir sürü hikayeler barındıran eşsiz binaları öğrenmeyi, onların fotoğraflarını çekmeyi çok sevmişimdir. Bu yüzden gezdiğim bütün şehirlerde binaların yapısına, sokaklara, meydanlara, parklara hep ilgi gösterdim.

Eğer siz de simge yapılara ve mimariye düşkünseniz ya da fotoğraf çekmeyi seviyorsanız, dünyanın dört bir yanından bu farklı mimari akımların harikası şehirlere gelin bir yolculuğa çıkalım!

1) Rokoko’nun Kucağına Bir Yolculuk – St. Petersburg

Rusya’nın ikinci büyük kenti olan St. Petersburg, ülkenin en etkileyici ve turistik şehirlerinden biridir. 1703’te kurulan şehir, 1918’de Çarlık Rusya yıkılana kadar başkent olarak kalmış ve birçok savaşa, kuşatmaya, ihtilale, yeniliğe tanık olmuştur.

Çarlık Rusya’nın modernleşme çabasının sembolü olan St. Petersburg, ünlü yazar Dostoyevski’nin de yaşadığı ve öldüğü şehirdir.

St. Petersburg’ü tanımlayan mimari stili ise ‘Rokoko’dur.

Peki nedir Rokoko? Aşırı süslemeler, parlak, beyaz ve pastel renkler, asimetri, akışkan ve kıvrımlı hatlar 18. yüzyılda Avrupa’da doğmuş rokoko stilinin başlıca özellikleridir. Rokoko stili, şatafatlı ve hep aşırı görüntüsüne rağmen renkliliği ve canlılığıyla insanın içini ısıtır.

Nitekim St. Petersburg’da bunu kanıtlayan birçok yapı vardır. Bu yapıların en başında Rus çarlarının yazlık sarayı olarak kullandıkları Catherine Sarayı gelir. Catherine Sarayı, I. Catherine tarafından 1717 yılında Alman mimar Johann-Friedrich Braunstein‘a yaptırılmıştır. Ancak bu sarayı demode bulan Çariçe Elizabeth, 1752 yılında mimar Bartolomeo Rastrelli‘den eski yapıyı yıkıp yerine rokoko tarzında yeni bir saray inşa etmesini istemiştir. İşte, St. Petersburg’un en turistik noktalarından olan Catherine Sarayı bugünkü haline böyle gelmiştir. Saray, II. Dünya Savaşı’nda ağır hasar alsa da aslına sadık kalınarak restore edilmiştir. Mavi, beyaz ve altının göz alıcı tonlarıyla birlikte bu görkemli yapı, rokoko tarzını yakından görmek isteyenlerin mutlaka uğraması gereken yerlerden.

St. Petersburg’da görülebilecek önemli rokoko mimarisi örneklerinden bir diğeri de günümüzde Ermitaj Müzesi olarak işlev gören ünlü Kışlık Saray’dır. Çar Büyük Petro tarafından yine Rastrelli’ye yaptırılan bu saray, 1732 yılından 1917’ye kadar Rus imparatorlarının ikametgahı olmuştur. Sarayın özellikle iç dekorasyonu rokoko mimarisinin güzel örneklerindendir.

St. Petersburg’un diğer rokoko mimarisi örnekleri ise Smolny Katedrali, Aziz Isaac Katedrali ve Mikhailovsky Kalesi’dir. Şehre geldiğinizde bütün bu rokoko yapıları ziyaret edebileceğiniz, rehber eşliğinde günlük turlar bulmanız mümkün.

St. Petersburg’la ilgili en büyük sorun belki de konaklama fiyatları… Şehirde, Avrupa’nın pek çok şehrinde bulabileceğiniz hostellerden çok fazla yok ve konaklama ücretleri ortalamanın biraz üstünde. Yine de eğer rezervasyon yapmakta çok gecikmezseniz uygun fiyata, şehir merkezine yakın birkaç otel, pansiyon ya da hostel bulmanız mümkün. Her zaman kurtarıcı bir seçenek olan AirBnb ile ev kiralamayı düşünmenizi de ayrıca öneririm.

2) Rönesans ve Değişen Dünya Tarihi – Floransa

Leonardo da Vinci ve Michalengelo gibi dünyaca ünlü iki sanatçıyı yetiştirmiş olan Floransa, İtalyan Rönesansı’nın beşiğidir.

Medici ailesinin hakimiyeti altında Rönesans döneminde İtalya’nın en zengin şehir devletlerinden olan Floransa, sanatseverlerin ve tarih meraklılarının yanı sıra Rönesans mimarisini incelemek isteyenlerin de mutlaka uğraması gereken destinasyonlardan biri.

Geometrik şekiller, ihtişamlı sütunlar, kubbeler ilginizi çekiyorsa ve Rönesans döneminde bir yolculuğa çıkmak istiyorsanız Floransa sizin için biçilmiş kaftan. Çünkü bir canlı müzeyi andıran bu şehirdeki neredeyse her yapı, Rönesans mimarisinden örnekler sunuyor. Bu örneklerin başında 1296-1436 yılları arasında inşa edilen dışı görkemli ama içi nispeten sade Floransa Katedrali geliyor. Bu katedralde Giorgio Vasari’nin ünlü Kıyamet Günü freski de görülebilir.

Rönesans sanatının en büyük ustalarından Michalengelo’nun başyapıtlarından biri olarak değerlendirilen San Lorenzo Bazilikası da Floransa’nın bir diğer mimari harikası. Rönesans mimarisinin mihenk taşlarından biri olarak kabul edilen ve 15. yüzyılda inşa edilen bu ünlü bazilikanın içinde yer alan ve o dönem Floransa’yı yöneten Medici ailesi adına yapılan Medici Şapelleri de ayrıca Rönesans mimarisinin önemli örneklerinden sayılıyor. 4

15. yüzyılın ortalarında Bartolomeo tarafından yine Medici ailesi için inşa edilen Rönesans sarayı Medici Riccardi de Rönesans mimarisi meraklıları için görülmeye değer bir nokta. Bu sarayda, duvarları Benozzo Gozzoli‘nin yaptığı fresklerle kaplı olan Magi Şapeli bulunuyor.

Floransa’nın ilgi çekici ve Rönesans dönemini yansıtan bir başka yapısıysa Boboli Bahçeleri. Yine Medici ailesi için yapılan ve 1766’da kamuya açılan bu tarihsel park, ‘İtalyan bahçeleri’nin ilk ve en dikkat çekici örneklerinden biri. 45 kilometre karelik bir alana yayılan Boboli Bahçeleri, içinde yer alan Rönesans dönemi heykelleri ve dekorlarıyla bir açık hava müzesini andırıyor.

Floransa’da bütün bu yapıları ve 18. yüzyılda Napolyon’un üs olarak da kullandığı Palozzo Pitti (yani Pitti Sarayı) gibi diğer önemli Rönesans yapılarını ayrı ayrı ziyaret edebileceğiniz gibi, Rönesans yürüyüş turlarına da katılabilirsiniz.  Fiyatları içeriğine göre 20 euro ile 100 euro arasında değişiklik gösteren bu turlarda hem şehirdeki Rönesans mimarisi örneklerini görebilir hem de Rönesans tarihine, skandallarına, hikayelerine dair birçok şey öğrenebilirsiniz.

Ayrıca, Floransa’ya gitmişken Leonardo da Vinci Müzesi‘ni de mutlaka ziyaret etmelisiniz. Burada hem Rönesans dönemine ait mimari örnekler bulabilir hem de Floransa’yı bugünkü görünümüne kavuşturan büyük bir dehanın nasıl çalıştığına tanık olabilirsiniz.

3) Katalan Modernizm’inin Öncüsü: Barselona

Katalanlar’ın başkenti Barselona, İspanya’nın ikinci büyük kenti olmasının yanı sıra modern gotik ve oryantal esintileri taşıyan mimarisiyle birlikte Katalan modernizmini yaratan şehirdir.

Şehrin mimari harikası yapılarının birçoğu, bir tasarım dahisi olan Antoni Gaudi tarafından 19. yüzyıl başlarında yapılmıştır. Bu dönem, Katalonya’nın en refah içinde olduğu dönemlerdendir.

Birçok Fransız tüccarın Katalan şarabı almak için geldiği Barselona’ysa, şehrin zenginleri yeni iş kollarına yatırım yaptıkça gelişmiş ve çeşitli mimari yapılarla taçlanarak zenginliğini göstermiştir.

Şehrin en ikonik yapılarından biri kuşkusuz La Sagrada Familia’dır. Neo-gotik olması planlanan bu bazilikayı tasarlama görevi aslında en başta mimar Francisco de Paula del Villar y Lozano‘nya verilmiştir. Ancak Lozano’yla yaşanan anlaşmazlıklar sonucu La Sagrada Familia’nın inşasını Antoni Gaudi devralmıştır. Gaudi ise gotik mimariyle Art Nouveau akımını bir araya getirmek istemiş ancak inşayı tamamlayamadan bir tramvayın altında kalarak hayatını kaybetmiştir. La Sagrada Familia bazilikası o zamandan beri yarım ve 1926 yılından beri tamamlanmaya çalışılıyor. Fakat çizimlerin günümüz teknolojisine uyarlanması o kadar zor ve Gaudi’nin tarzı o denli çetrefil ki bir türlü tamamlanamıyor.

Barselona için Gaudi’nin şehri desek abartmış olmayız. Gaudi’nin organik formlar ve gösterişli renkleriyle ünlü mimari stili şehrin başka köşelerinde de karşımıza çıkıyor. Barselona çevresinde bir gezintiye çıkarak sanatçının kendi tarzını oluşturan seramik ve vitray mozaikleri ile dalgalı taş ve demir işçiliğinin örneklerini görebilirsiniz. Turistlerin fotoğraflarını çekmeyi en sevdiği binalardan Casa Batlló ve rengarenk mimarisiyle insanı bir masalın içinde gibi hissettiren Park Güell bu örneklerin başında geliyor. La Pedrera olarak bilinen taş yapı ise hem Gaudi’nin hem mimari tarihinin en çarpıcı evlerinden biri.

Barselona, İspanya İç Savaşı sırasında ağır hasarlar alsa da zaman içinde birçok binanın restore edildiğini de ekleyelim.

4) Tarihi Değil, Fütürist! – Brasilia

Birçok kişi Brezilya’nın başkentini Rio de Janeiro ya da Sao Paulo sanır. Ancak bu ülkenin başkenti, 1960’dan beri Brasilia’dır.

Brasilia tarihi bir şehir değildir, dönemin başkanı Juscelino Kubitschek’in isteğiyle mimar Oscar Niemeyer tarafından tasarlanmış ve sadece 3,5 yılda yaratılmış bir şehirdir.

Kubitschek’in başa gelir gelmez Brasilia’yı kurma isteğinin sebebi, ülkenin çorak bölgelerinin birinde yeni, modern bir şehir inşa etmektir. Şehrin 1956’da başlayan inşaatı 1960’da tamamlanmıştır.

Niemeyer, modern mimarlığın öncülerindendir. Dökme betonu estetik amaçlarla farklı biçimlerde kullanan ilk mimarlardandır. Eğrisel biçimlerle oluşturduğu mimari atmosfer, Niemeyer’in kendine has tarzıdır ve Brasilia’nın fütüristik mimarisinin de temelidir.

Niemeyer’in en önemli eserlerinden biri hiperbolik şekle sahip betonarme bir katedral olan, çatısı camla kaplı Brasilia Katedrali‘dir. Bu katedral, Brasilia’yı ziyaret eden turistler için uğrak fotoğraf noktalarındandır.

Bunun yanı sıra Brezilya Ulusal Kongre Binası, Federal Yüksek Mahkeme Binası, Adalet Sarayı gibi yapılar da Niemeyer’in şehrin silüetini oluşturan işlerinden birkaçıdır. Bu yapıların hepsi son derece modern ve fütüristik tasarımlarıyla dünyanın dört bir yanından mimarların ve mimari meraklılarının ilgini çekmektedir.

Niemeyer’in modern ve fütüristik mimari tarzı, Brasilia şehrini diğer şehirlerden ayrı kılmıştır. Brasilia’da dolaşırken ve binalarına bakarken tarihsel dokularla karşılaşmazsınız ancak kendinizi modern zamanların tam göbeğinde hissedersiniz.

Brezilya’nın tarihle ve doğayla iç içe dokusuna ters gibi görünen bu şehir, kısa sürede kurulması ve aşırı modern yapısıyla görmeniz gereken destinasyonlardan.

5) Minimalist ve Postmodern: Stockholm

İsveç’in başkenti Stokholm postmodern mimariyi sevenler için en ideal adreslerin başında geliyor.

Eski çağlardan da son derece iyi korunmuş spotlara sahip olan Stockholm şehri bir yandan Rönesans, barok, klasik ve romantik dönemleri yansıtan mimari örneklere sahipken bir yandan da Kuzey Avrupa’daki modern ve postmodern görünümlerin merkezi sayılıyor.

Stockholm şehri, 1930’larda fonksiyonculuk akımını bir mimari stil olarak benimsemiş ve yeniden yapılanmıştır. Böylece bölgede daha minimal tarzda, işlevsel eserler ortaya konmuştur. Özellikle ev içi dekorasyonda bu minimal tarz hâlâ baskın tercihtir.

Related Post

İlerleyen dönemlerde postmodernist bir yaklaşım benimsenmiş ve bu modernist mimariyle geleneksel mimari bir araya getirilmiştir.

Bunun dışında ekolojik tasarımların, yüksek teknolojinin, dışavurumculuğun kullanıldığı Stockholm mimarisinde gördüğünüz an kameranıza sarılacağınız birçok yapı bulunuyor. Dünyanın en büyük yarım küre binası olan Ericsson Globe bunlardan biri. Berg Arkitektkontor tarafından tasarlanan 110 metre çapındaki ve 85 metre tavan yüksekliğindeki bu yapı 1985’te açılmış.

Nobel Ödülleri’ne de ev sahipliği yapan Stockholm City Hall ise, ünlü İsveçli mimar Ragnar Östberg‘in başyapıtlarından biridir. Bu yapı, 106 metrelik devasa çan kulesiyle İsveç’in ulusal simgeleri arasında sayılır. Sadece mimari meraklıları için değil, bütün turistler için de Stockholm’deki uğrak noktalardandır.

6) Art Nouveau Dediyseniz Eğer: Brüksel

19. yüzyılın sonlarına doğru ortaya çıkan art nouveau akımının şehirlerdeki yansımasına en güzel örneklerin başında Belçika’nın başkenti Brüksel gelmektedir.

Günümüzde adı “en güzel korunmuş şehirler” arasında anılan Brüksel’de kıvrımlı yapılar, organik şekiller, demir ve camın farklı kullanımlarının yanı sıra renklerin her tonunun sarmaladığı binalar görebilirsiniz.

Brüksel, bu açıdan, hem fotoğraf meraklıları için harika malzeme veriyor hem de modernleşme tarihine meraklı olanlar için eşsiz mimari örnekler sunuyor.

1890’dan bu yana Victor Horta, Paul Hankar, Paul Cauchie ve Ernest Blérot gibi birçok başarılı mimarın baştan, bir mimari harikası olarak yarattığı bu şehir her sokağıyla insanı büyülemektedir.

Mimari yapısında renklerin ve ışığın ön planda olduğu Brüksel’de görülmesi gereken yapılar saymakla bitmez… Şehrin çeşitli simge binalarla çevrili olan ana meydanı Grand Place bu yapıların başında geliyor.

Elbette art nouveau akımının en önemli ve etkileyici örneklerinden olan Saint-Cyr’dan da bahsetmek gerek. Özellikle girişindeki demir dekoratifle dikkat çeken Saint-Cyr, 1900 ila 1903 yıllarında inşa edilmiş bir ev. Bugün tüm dünyadan mimari meraklılarının ilgi odağı.

Deco akımının önde gelen örneklerinden Chauci House’un yanı sıra Neo-klasik ve Art Nouevau karışımı Müzik Enstrümanları Müzesi mutlaka görülmesi gereken yapıları arasında sayılabilir.

Bütün bu saydıklarımız dışında, modern mimariye ilginiz varsa, 1958 yılında Expo 58 fuarı için André Waterkeyn tarafından tasarlanan ve dokuz çelik kürenin birleştirilmesi ile oluşturulan 102 metre yüksekliğindeki mimari eser Atomium‘a da bir bakmalısınız.

7) Gökyüzüne Yakın: Dubai

Birleşik Arap Emirlikleri’nin en zengin ve en ünlü şehirlerinin başında gelen Dubai, özellikle son 15 yılda görüntüsünü radikal bir şekilde değiştirdi. Dubai, bu 15 yılda özellikle Avrupalı ve ABD’li zengin turistlerin uğrak tatil beldelerinden oldu. Şehrin silüetini ise artık birbiriyle yarışır gibi gitgide yükselen gökdelenler oluşturuyor.

Birkaç ay önceye kadar dünyanın en uzun binası olarak anılan Burj Khalifa, Dubai’nin simge yapılarındandı. 828 metre yüksekliğe sahip olan bu gökdelen, Chicago’daki birçok simge gökdelenin mimari olan Adrian Smith‘in imzasını taşıyordu.

Fakat Cidde’deki Kraliyet Kulesi, yakın zamanda Burj Khalifa’nın ‘dünyanın en uzun binası’ ünvanını aldı. Bu yeni yapı, 1.008 metre yüksekliğinde. Yine de Burj Khalifa hâlâ birçok turistin önünde poz vermeyi sevdiği bir yapı olarak varlığını sürdürüyor.

Başta Burj Khalifa olmak üzere hayranlık uyandıran gökdelenlerin yanı sıra Dubai, dünya haritasına baktığınızda yapay takımadalar gibi görünen The Palm Jumeirah’nın ve denizin üzerinde yelken silüetine sahip Burj el Arab gibi çok lüks otellere de ev sahipliği yapıyor. Buralara tatile gelen birçok turist, Dubai’nin plajlarında fotoğraf çekmeyi ihmal etmiyor.

Eğer son teknolojiyle oluşturulmuş neo-fütürist bir mimariye sahip bu şehre yolunuz düşerse, yüksek gökdelenlerin ve modern ama şatafatlı lüks yapıların arasında başınızın döneceğinden emin olabilirsiniz.

8) Korsanların Merkezi: Cartagena

Cartagena şehrini korsan filmlerinden hatırlayabilirsiniz. Kolombiya’da yer alan Cartagena, 1533’te İspanya İmparatorluğu tarafından kurulduktan kısa süre sonra zenginleşmiş ve İngiliz, İspanyol, Fransız korsanların ilgisini çekmiş. Tarih boyunca sürekli korsan saldırılarına maruz kalan şehrin mimarisini de haliyle bu korsan saldırıları belirlemiş.

Cartagenalılar, korsan saldırılarından korunmak için toplamda 11 kilometrelik surlar inşa etmiş. Şehrin etrafını saran ve şehir halkını uzun yıllar korsan saldırılarından koruyan bu surları bugün hâlâ görmek mümkün. Bu surlardan dolayı Surlar ya da Duvarlar Şehri olarak da bilinen Cartagena’nın içine girdiğimizdeyse sıcak yapılarla karşılaşıyoruz. Balkonundan çiçekler sarkan iki üç katlı binalar, taş yapılar, devasa ahşap kapılar Cartagena’nın kimliği oluşturuyor.

Şehrin en ilgi çekici mimari yapılarının başında ise hardal rengindeki saat kulesi Torre Del Reloj geliyor. Bu kulenin saati 1874’te Amerika Birleşik Devletleri’nden getirilerek yerleştirilmiş. Şehrin tarihi merkezinde, hemen ana kapıdan girdikten sonra yer alan bu kulenin yanı sıra İngiliz korsanların zarar verdiği St. Catherine of Alexandria Katedrali ile Pedro Claver Kilisesi de turistlerin fotoğraf çekmeden ayrılmadığı noktalardan.

Şehrin birçok noktasında barok heykeller ve yine barok mimari örneği binalar görmek de mümkün. Bunların başında, şehrin Torre del Reloj’a açılan ana kapısı Puerta del Reloj geliyor. Bu ana kapı 1631’de inşa edilmiş ancak zaman içinde saldırılardan zarar görüp kısmen yıkıldığı için 1704 yılında Juan Herrera y Satamayor tarafından tamir edilmiş. Satamayor, kapıya barok tarzını veren dört Toskan sütununu bu tamirat sırasında eklemiş.

Eğer tarihi dokusunu aynı şekilde korumayı başarmış bir şehirde, korsan saldırılarıyla belirlenmiş bir mimari yapıya tanık olmak isterseniz Cartagena gitmeniz gereken ilk adres. Eğer isterseniz, çeşitli tekne turlarıyla şehrin maruz kaldığı en büyük korsan saldırılarının nasıl geliştiğini de öğrenebilirsiniz. Birkaç saat süren bu tematik turlarda replika korsan tekneleri kullanılıyor ve tekne çalışanları dönem kıyafetleriyle servis yapıyor. Böylece, Cartagena’ya bir de ona saldıranların gözünden bakabiliyorsunuz.

9) Klas, Şık ve Yenilikçi Bir Kent: Malmö

Malmö, İsveç’in güney kıyılarında, Scania eyaletine bağlı bir şehirdir; ülkenin üçüncü İskandinavya’nınsa da altıncı büyük şehirdir.

332,6 kilometrekarelik bir alana yayılmış ve şık mimarisiyle meşhur bu güzel Kuzey Avrupa şehrinin tarihi 13. yüzyıla kadar uzanmaktadır.

Fakat Malmö’yü ziyaret edecekseniz tarihin izini sürmek yerine, Ikea’ya da can veren İsveç mimarisinin sokaklara nasıl yansıdığına bir dikkat edin.

Malmö’nün en eski binası, 14. yüzyılda inşa edilmiş ve gotik mimarinin etkileyici örnekleri arasında gösterilen Aziz Peter Kilisesi’dir. Birçok Kuzey Avrupa kilisesi gibi orta büyüklükte bir kilise olan Saint Peter Kilisesi’nin mimari açıdan en dikkat çekici özelliği dış mimarisindeki kemerli payandalardır.

Malmö’nün eski şehri, yani Old Town’u 14. yüzyıl ile 17. yüzyıl arasında inşa edilmiş olduğundan burada o dönemlere ait ve çoğunlukla gotik mimariyle inşa edilmiş birçok ev ve yapı görmek de mümkündür.

Fakat yazının başında belirttiğim gibi Malmö’yü mimari tutkunları için asıl cezbedici kılan 20. yüzyılın başlarından itibaren gelişen modern mimarisidir.

Malmö, 20. yüzyılın başlarından itibaren başta art nouveau ve fonksiyonculuk olmak üzere modernist mimari akımlarla bambaşka, çağdaş bir görünüme kavuşmuştur. 1903 yılında mimar John Smedberg tarafından art nouveau stilinde yapılan Malmö Sinagog’u, bu çağdaş görünümün en önemli simgelerinden biridir. 2010 ve 2012 yıllarında terör saldırılarına maruz kalan bu sinagog, yine de halen turistlerin uğrak noktaları arasındadır.

Malmö sahip olduğu Müslüman nüfusu ile kayda değer bir popülasyonu kendisinde tutar. Bu oran geçtiğimiz yıllarda %16 civarındaydı. Bu nedenle şehirde görülebilecek bir diğer dini yapı da merkezin biraz dışında, tek başına dikilen Mahmood Camii’dir.

Tarih ile modernizmin bir arada bulunduğu Malmö’nün bu kendine has mimari yapısını en iyi temsil eden binaysa belki de Malmö Şehir Kütüphanesi’dir. İlk defa 1905’te açılan, 1946 yılında ise John Smedberg ve Frederik Sundbarg tarafından tasarlanan yeni binasına taşınan Malmö Şehir Kütüphanesi, Rönesans dönemi kalelerinden esinlenmiş tarihi görünüme sahip bir kütüphane binasıyla modern görünüme sahip bir diğerini bir araya getirmiştir. Malmö’ye bir mimari gezisi yapmayı düşünüyorsanız, mutlaka bu yapıyı rotanıza eklemelisiniz.

Malmö’nün en ikonik yapısı ise bir şehir simgesi olan Turning Torso’dur. Bu, Västra Hamnen isimli ultra-modern mahallede yer alan bir gökdelendir. Burgulu gökdelen olarak anılır ve neo-fütürist bir mimari örneğidir. Santiago Calatrava isimli bir İspanyol mimar tarafından tasarlanmıştır. 190 metre uzunluğa sahiptir ve 54 kattan oluşur.

Eğer şehir merkezindeyseniz Turning Torso’yu pusula olarak kullanabilirsiniz. Sizi Öresund Boğazı’na çıkaracaktır. Bu da bir başka mimari harikası yapıdır. Danimarka ve İsveç arasında denizin altından ilerleyen bir köprüdür. Kuş bakışı görüldüğünde denizin otoyolu yuttuğu hissine kapılırsınız.

Son olarak, Malmö kanallarla dolu bir şehir olduğundan şehirde gezerken her biri usta sanatçıların elinden çıkmış görünen birçok köprü de görebilirsiniz. Kendinizi bu köprülerde fotoğraf çektirmekten alıkoyamayacaksınız!

Paylaş
İrem Kulaber

gezmeden, yazmadan, hikaye anlatmadan ve dinlemeden duramaz edebiyat + medya iletişim mezunu içerik üreticisi, şimdilik beyaz yakasını renklere boyamaya çalışıyor