Kategoriler MarmaraYurt İçi

Tarihi Yarımada Gezilecek Yerler Rehberi

İstanbul o kadar büyük bir metropol ki hepsini tek bir yazıda anlatmak mümkün değil. Her semti başlı başına bir kent büyüklüğünde olduğundan ben de rehberi semt semt yazacağım.

Türkiye’nin her yerinden İstanbul’a ulaşmak için otobüs veya uçak biletinizi obilet.com üzerinden satın alabilirsiniz, bu konuda bloğumuzda detaylı yazılar da mevcut. Ben sadece merkezi noktalardan semte ulaşımdan bahsedeceğim.

Günümüzde tarihi yarımada desek de aslında bu semt İstanbul’un ta kendisi. Bizans zamanında Galata civarı Cenevizlilere liman olarak kiralanmış durumdayken Üsküdar ise 1090 civarında Anadolu Selçuklu hakimiyetine geçmiş.

Hala ismi korunan Çengelköy gibi yerleşimler de yoğun olarak tarım yapılan gerçek birer köymüş o zamanlar. Yani Konstantin’in kurduğu, Fatih’in fethettiği İstanbul aslında bu tarihi yarımada.

Ulaşım için tramvay ile Sultanahmet veya Gülhane duraklarından birinde inip gezeceğiniz yerlere biraz yürümeniz gerekiyor, zaten yürüyeceğiniz sokaklar da tarihi anıt niteliğinde olduğundan emin olun bu yürüyüşten keyif alacaksınız.

İstanbul Tarihi Yarımada’da Gezilecek Yerler

Topkapı Sarayı

Elbette tarihi yarımadanın merkezinde dört yüz yıl boyunca Osmanlı’nın, bir bakıma dünyanın merkezi konumundaki Topkapı Sarayı yer alıyor.

Fatih Sultan Mehmet tarafından 1478 yılında yaptırılan saray, Osmanlı’nın son asrında Sultan Abdülmecit’in Dolmabahçe Sarayı’na taşınmasına dek aktif olarak kullanılmış.

Topkapı Sarayı’nı müze olarak değerlendirmeyi düşünen ilk kişi de Sultan Abdülmecit’in ta kendisi (Sadece 38 yaşında veremden ölene dek Osmanlı’yı çağdaşlaştırmak için çok uğraşan Abdülmecit’in hayatı ve yaptıkları başlı başına ilgi çekici. Yazıyı çok uzatmamaya uğraşıyorum ama araştırıp okumanızı öneririm).

Resmi olarak sarayı müze haline getirense 3 Nisan 1924’te çıkan yasayla Mustafa Kemal Atatürk.

Enderun Mektebi de Topkapı Sarayı’nın içinde yer aldığından burası sadece idari bir merkez de değil, asırlar boyunca Osmanlı Devleti’nin en önemli eğitim kurumu olarak da kullanılmış.

Devşirme olarak alınan gençler Anadolu’da bir ailenin yanında İslam’ı öğrendikten sonra gelip burada Türkçe olarak eğitim alır, seviyelerine göre yeniçerilik başta olmak üzere Kapıkulu Ocağı’nın kademelerinde görev alırlarmış.

Fatih Sultan Mehmet’ten II. Mahmut’un Yeniçeri Ocağı’nı kaldırmasına dek Osmanlı’nın önemli devlet adamlarının ve Mimar Sinan gibi önemli kişilerin neredeyse hepsi buradan yetişme.

Topkapı Sarayı günümüzde müze olarak ziyaret edilebiliyor. Salı günleri kapalı olduğu aklınızda bulunsun, ziyaretinizi ona göre ayarlayın. Sabah dokuz ile akşam yedi arası açık.

Giriş ücreti 150 TL. 18 yaşından küçüklere ve onlara refakat eden öğretmenlere, bir de 65 yaşından büyüklere ücretsiz. İçeriye bebek arabası sokulmasına izin verilmediğini de çocuklu aileler için not düşelim.

Topkapı Sarayı’nda özellikle Avrupalı turistlerin en çok ilgisini çeken bölüm ise harem. Adı üzerinde burası mahrem bir yer ve tamamen gizli tutulduğundan Avrupalıların hayal dünyasında Osmanlı’nın son iki yüz yılı boyunca önemli bir yer tutmuş.

Mozart’ın “Saraydan Kız Kaçırma” operası ve harem sahnelerini resmeden (hepsi ressamın hayal gücünden kaynaklanıyor tabii) sayısız tablo bunun en güzel ispatı.

Uzun bir restorasyon süreci sonunda açılan bu bölümü gezmek için giriş biletinden ayrı olarak 80 TL ödemeniz gerekiyor. Bana sorarsanız saraydaki diğer müzelerin yanında sönük kalıyor ama gelmişken görmeden olmaz tabii.

Benzer biçimde, İslam ülkelerinden gelen turistlerin en fazla önem verdiği müze ise Kutsal Emanetler Dairesi. Burası için ek bir bilete gerek yok ama mini şort-etek veya askılı bluz ile ziyaret edilemiyor. Özellikle temmuz veya ağustos sıcağında gidecekseniz aklınızda bulunsun. Burada Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferi dönüşünde İstanbul’a getirdiği kutsal emanetler sergileniyor.

Serginin bulunduğu Has Oda ise aslında padişahların ikamet etmesi için inşa edilmiş ve sarayın yapıldığı ilk yüzyıl boyunca bu amaçla kullanılmış.

Topkapı Sarayı yaz yaz bitmez ama hem yazıyı fazla uzatmamak hem de birazını gittiğinizde sizin keşfetmeniz için bırakmak istiyorum.

Müzenin her köşesini ayrıntılı olarak gezmenizi muhakkak öneririm dolayısıyla sabah erkenden gitmeyi ve tüm gününüzü buraya ayırmayı ihmal etmeyin. Silahlar, hazine, tablolar, porselenler…

Koca bir imparatorluktan geriye kalan her şey burada sergileniyor ve emin olun hepsini görmek isteyeceksiniz.

Aya İrini Kilisesi

Topkapı Sarayı’nın içinde olan bu kilise, aslı bozulmadan asırlar boyunca muhafaza edilmiş.

Günümüzde müze olarak gezilebiliyor. Giriş ücreti 90 TL. Sabah dokuzdan akşam beşe kadar açık.

İsmi Kutsal Barış anlamına geliyor, daha önce burada bulunan Jüpiter Tapınağı’nın yerine bizzat Konstantin tarafından yaptırılmış. Penelope adında bir azize hakkında efsanelere sahip.

Bizans’ın en büyük halk ayaklanmalarından biri olan Nike İsyanı sırasında yıkılıp sonra yeniden yapılmış.

Fatih Sultan Mehmet yapıya dokunmamış ve sarayın cephanesi olarak kullanmış. Tarihi özelliği nedeniyle bir ziyaretinizi hak ediyor.

Ayasofya

İsmi Kutsal Bilgelik anlamına gelen bu yapının mimarisi de, tarihi de, güzelliği de anlat anlat bitmez. Zaten tarihi yarımadaya gittiğinizde ister istemez dikkatinizi ilk çeken yer burası olacak.

Pembeye çalan rengi de bu özelliğe yardım ediyor. Dünyanın İlk Katedrali olan Ayasofya, bin yıl boyunca en büyük katedral olma unvanını da korumuş ve inşasından bu yana geçen yaklaşık 1500 yıla rağmen halen de yeryüzündeki en büyük dördüncü katedral.

Diğer gezi yazılarımdan bilirsiniz, Avrupa’da her kent katedraliyle ünlüdür ve ona rağmen sadece üç binanın bu eski yapıyı geçebilmesi bence ihtişamının büyük bir kanıtı.

Şöyle düşünün, 1054 yılında İstanbul Patriği ile Papa’nın (tabii yolladığı kardinal aracılığıyla) tam da burada birbirlerini karşılıklı olarak aforoz ettiği ve Hristiyanlık inancında Katolik-Ortodoks ayrımını başlattığı sırada Ayasofya altı asırlık eski bir binaydı!

Aslında günümüzdeki Ayasofya, arkeologlar tarafından Üçüncü Ayasofya olarak isimlendiriliyor.

Kentin pagan olduğu Byzantion zamanında burada yer alan Artemis Tapınağı üzerine Konstantin ve oğlu tarafından inşa edilen ahşap tavanlı Birinci Ayasofya ile onun yanmasının ardından yerine inşa edilen ve Aya İrini gibi Nike Ayaklanması sırasında yıkılan İkinci Ayasofya’nın ardından aynı bölgeye inşa edilmiş.

Tüm bunlara rağmen şu anki Üçüncü Ayasofya’nın tamamlanma tarihi 537 yılı. Karşılaştırmanız için şöyle örnek vereyim: Bir önceki yazımda bahsettiğim Münih kentinin kurulma tarihi 1158, Moskova’nın 1147, Berlin’in ise 1192. Hani derler ya “buralar hep dutluktu” diye, işte düşünün ki Ayasofya şu anki heybetiyle inşa edildiğinde Avrupa’nın kuzey yarısı komple dutlukmuş.

İçindeki mozaikler de başlı başına sanat eseri olan Ayasofya, Hristiyanların kutsal saydığı birçok emanete ev sahipliği yapsa da 1204 yılında Venediklilerin İstanbul’u işgal edip yağmalamasının ardından hepsi İtalya’ya götürülmüş. Buna rağmen kilise dev yapısının etkisiyle önemini korumuş ve krallar taçlarını burada giymeyi sürdürmüşler. Venediklilerin İstanbul’a verdiği zararlardan Venedik hakkındaki yazımda da bahsetmiştim.

Kitaplarımı okuyanlar bilir, Osmanlı Devleti’nin önemli bir geleneği fethettiği kentte yer alan en büyük kiliseyi bu durumun bir nişanesi olarak camiye çevirip ibadete açmaktır. Böylece hem şehre gelen Müslümanlara kapsamlı bir ibadethane sağlanır hem de kentte kalan Hristiyanlara kimin galip geldiği hatırlatılır.

Diğer kiliseler ise Hristiyan halkın serbestçe ibadet edebilmesi için bırakılır. Bursa, İznik, Selanik, Sofya, Belgrad, Atina (bu liste başlı başına yazı olacak kadar uzar gider) gibi şehirlerde hep böyle yapılmıştır ve aynı durum İstanbul için de geçerlidir.

Ayasofya, fethin ardından camiye çevrilmiş ve içinde asırlar boyu ibadet edilmiştir. Ayrıca önemli günlerde tören noktası olarak kullanılmıştır. Minarelerin ise ilki Fatih, ikincisi oğlu 2. Beyazıt tarafından yaptırılmış, daha sonra Kanuni’nin oğlu 2. Selim’in emriyle Mimar Sinan tarafından payandalarla takviye edilmiş ve Sultan 2. Selim buradaki türbeye gömülmüştür.

Sultanahmet Camii’nin yapılmasının ardından eski önemini az da olsa yitiren Ayasofya, Mustafa Kemal Atatürk’ün emriyle 1930 yılından itibaren restore edilmiş ve ardından Bakanlar Kurulu kararıyla müze olarak hizmete açılmıştır. Ayasofya, 2020 yılı itibarıyla camii olarak ibadete açıldı.

Ayasofya kesinlikle gezmeniz gereken bir yer. Bence Roma’daki Pantheon ile birlikte dünyanın en önemli iki mimari eserinden biri. Zaten yazılarımı takip ediyorsanız Avrupa’nın diğer kentlerinde yer alan katedral ve kiliselerin büyük kısmının da ya Ayasofya ya da Pantheon’u örnek alarak inşa edildiğini biliyorsunuzdur.

Yalnız elinizi çabuk tutmanızı öneririm, Ayasofya aşağı yukarı 1500 yaşında olduğundan yapısal sıkıntılar yaşandığı biliniyor. Mimari açısından bilgilerim sınırlıdır ama bu kadar uzun bir dönem boyunca aktif olarak kullanıldığından sadece içerideki insanların nefesinin bile binaya hasar verdiğinden bahsediliyor.

Gülhane Parkı

Eskiden Topkapı Sarayı’nın bahçesi olan bu park günümüzde kendi başına gezilebiliyor ve dolayısıyla ücretsiz.

Kültürümüzde çok önemli bir yer tutan, üstelik oldukça kaotik ve sıkış tıkış tarihi yarımadada biraz nefes alma imkanı sunan bu parkta bir yürüyüş yapmanızı kesinlikle öneririm.

Ceviz ağaçlarını gördükçe içinizden “Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda” diye mırıldanmaktan kendinizi alamayacaksınız.

Ayrıca 1839 yılında çok önemli bir olaya da ev sahipliği yapmıştır: Osmanlı’nın son asrına damgasını vuran, idari yapıda ciddi yenilikler getiren (ve dolayısıyla benim gibi tarih öğrencilerini sınav öncesi epey yoran!) Tanzimat Fermanı buradan duyurulmuştur ve bu nedenle bir diğer adı da Gülhane Hatt-ı Hümayunu’dur.

Yerebatan Sarnıcı

Ayasofya’nın karşısında yer alan bu sarnıç da İstanbul’daki en ünlü turistik noktalardan biri.En son Dan Brown’un Inferno (Cehennem) adlı kitabında ve filminde bile geçmişti.

Ayasofya gibi bu sarnıç da İmparator Justinianus tarafından yaptırılmış ki kendisi Bizans’ın en önemli imparatorlarından biridir ve devletin görkemini adeta Antik Roma’ya denk olacak şekilde yükseltmiştir.

Related Post

Sarnıcın inşa nedeni ise adı üzerinde, su depolamak. Kurulduğu günden beri herkesin gözü üzerinde olan İstanbul kenti, denizden olduğu kadar karadan da birçok kez kuşatma altına alınmış ve kendi başına efsane seviyesine yükselmiş surları sayesinde her seferinde direnmeyi başarmış. Tabii şu da önemli bir nokta ki içeridekiler susuzluktan kırıldığı sürece surların hiçbir faydası yok, eninde sonunda teslim olmak gerekecektir.

İşte 336 sütun üzerine kurulan bu sarnıçta depolanan su ile halkın direncinin yüksek tutulması ve teslim olmaması (ya da isyan etmemesi) sağlanmış.

Fethin ardından sarnıç kısa sürede unutulmuş ve kendi haline terk edilmiş, zaten İstanbul da Osmanlı yönetiminde olduğu sürece hiçbir kuşatma geçirmediğinden pek bir önemi kalmamış.

Ancak 1550 yılında Avrupalı iki gezgin tarafından “keşfedilen” sarnıç, biraz da bu ilginin etkisiyle Sultan 3. Ahmet ve 2. Abdülhamit tarafından restore edilse de su deposu olarak kullanılmamış.

Sonunda 1987 yılında İstanbul Belediyesi tarafından temizlenip gezi platformu yapılarak turizme açılmış. Şu anda da belediye tarafından restore ediliyor.

Özellikle içinde yer alan ve ters duran Medusa Başı ile dikkat çeken Yerebatan Sarnıcı, halen müze olarak hizmet veriyor ve yoğun ilgi görüyor.

Sabah 09:00 ile akşam 17:30 arası ziyaret edilebiliyor.

Hazır bölgedeyken bir uğrayın derim, hem dünyanın başka hangi kentinde bir sarnıç turistik olarak geziliyor ki? (Gerçi Roma’da şehrin eski kanalizasyon sistemini gezenler var ama sarnıç çok daha temiz bir yer!)

Sultanahmet Köftecisi

Bu kadar gezdik, artık acıkmışsınızdır. Ben bile yazarken acıktım açıkçası. Üstelik size önereceğim yer sadece karın doyurmanın ötesinde, başlı başına bir tarihi eser niteliğinde.

Sultanahmet tramvay durağı ile Yerebatan Sarnıcı arasında kalan Tarihi Sultanahmet Köftecisi, hala eski günlerdeki gibi sade biçimde hizmet veriyor.

Tarifi gizli tutulan leziz köfteleri de, piyazları da sade beyaz tabaklarda, yanında sadece biber turşusu ve özel sos ile servis ediliyor.

Bu kadar turistin ilgisine rağmen kendilerini bozmamaları bence takdire şayan.

Üstelik fiyatlar da aşırı değil, tabii bu kadar ünlü bir yerden çok da ucuz olmasını beklemeyin!

Benzer isimli birçok köfteci açılsa da başka yerlerle karıştırmayın ve bence tarihi yarımadaya gelmişken mutlaka burada yiyin. Emin olun pişman olmayacaksınız ve bir daha her köfte yediğinizde burayı anacaksınız!

Sultanahmet Meydanı

Her gün, her saat turistlerle dolu olan bu meydan; İstiklal Caddesi ve Ortaköy ile birlikte İstanbul’un en canlı (dolayısıyla en kalabalık) noktalarından.

Bir yanınızda Ayasofya, bir yanınızda Sultan Ahmet Camii arasında biraz oturup soluklanmak ve çevrenizi seyretmek oldukça keyifli.

Kalabalığın arasında dikkatinizden kaçabilse de Alman Çeşmesi mutlaka görmeniz gereken bir yapı.

Rakip olarak gördüğü Rusya’ya karşı Osmanlı ile ittifak kurmak isteyen ve daha sonrasında Birinci Dünya Savaşı’na bunu başaran Kayser II. Wilhelm tarafından yaptırılıp hediye edilmiş. İçinde hem onun imzası, hem de Sultan 2. Abdülhamit’in tuğrası bulunuyor.

Zaten Kayser’in kendisi de İstanbul’u iki kez ziyaret etmiş. Amacına ulaşması için Birinci Dünya Savaşı’nda hem kendi ülkesi hem de Osmanlı için pek de iyi sonuçlanmamış tabii.

Çeşmenin kendisi ise Almanya’da yapılıp burada monte edilmiş ve biraz Bizans, biraz Osmanlı, biraz da Alman mimarisinden izler taşıdığından nevi şahsına münhasır ilginç bir yapı.

Hemen arkasında ise camiyi de yaptıran “Sultan Ahmet” yani 1. Ahmet’in türbesi bulunuyor.

Camiinin olduğu yöne doğru biraz yürürseniz sizi yine İstanbul’un geçmişinden anıtlar bekliyor.

Eskiden Hipodrom olarak kullanılan (ve bahsettiğim Nike İsyanı gibi birçok toplumsal olaya ev sahipliği yapan, İstanbulluların yarış takımları dolayısıyla birbirine girmesi günümüz derbilerini anımsatan bu devasa hipodromu artık görmek mümkün değil tabii) ve halen At Meydanı diye isimlendirilen bu alanda Yılanlı Sütun ve Dikilitaş yer alıyor.

Theodosius Dikilitaşı, Doğu ve Batı Roma’ya aynı anda hükmeden son imparator olan 1. Theodosius tarafından 390 yılında Mısır’dan alınıp buraya getirilmiş. Artık zamanında Antik Mısır’da nasıl gelişmiş bir teknik ile yapıldıysa aradan geçen asırlar boyunca açık havada durmasına rağmen hala korunmuş vaziyette, yaşı ise tahminen 3500 civarında.

Yanında meşhur yılanlı sütun bulunuyor. Bronzdan yapılan bu heykelde birbirine dolanmış üç yılan tasvir ediliyor ama başları yerinde yok. İkisi kayıp, diğeri ise İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde ziyaretinizi bekliyor. Perslere karşı zafer kazanan ittifakı simgelemek için yapıldığı Yunanistan’dan getirildiği düşünülüyor.

Sultan Ahmet Camii

Turistlerin Blue Mosque yani Mavi Camii diye adlandırdığı bu camii, çinileri nedeniyle adını sonuna kadar hak ediyor.

Sultan 1. Ahmet tarafından yaptırılmış ve inşaatı 1617 yılında tamamlanmış.

Altı minaresi olan bu görkemli cami yapılırken heybetiyle Ayasofya’yı geçmenin amaçlandığı söylenir ki bunu da başarmış (tabii Ayasofya ile aralarında koca bir milenyum olduğunu da unutmamak lazım).

Mimar Sinan’ın öğrencisi olan ünlü Osmanlı mimarı ve döneminin mimarbaşı Sedefkar Mehmet Ağa tarafından tasarlanmış ve hayata geçirilmiş.

İnşasının ardından Osmanlı Devleti’nde padişah ile halkı bir araya getiren en önemli hadise olan Cuma selamlığı için kullanılmış ve padişahlar her Cuma namazı için at üzerinde Topkapı Sarayı’ndan buraya gelerek hem ibadetini yerine getirmiş hem de halkı selamlamış.

Kesinlikle görmeniz gereken bu görkemli yapı aktif olarak ibadet için kullanıldığından örtünmeniz gerekiyor.

Camiyi yaptıran Sultan 1. Ahmet’in hayat öyküsü ise trajik. Ninesi Safiye Sultan’ın iktidar oyunları sonrasında bir anda kendini çocuk yaşta taht üzerinde bulan Ahmet, özellikle dedesi Sultan 3. Murat döneminde saray içerisinde haddinden fazla güçlenmiş olan haremağaları arasındaki siyasi çekişmeler ve Anadolu’daki Celali isyanları ile boğuştuğu bir iktidar geçirip daha sadece 27 yaşında tifüs nedeniyle hayatını kaybediyor.

Eşinin Kösem Sultan olduğunu söylemem o sırada Topkapı Sarayı’nda ortamın nasıl olduğunu anlamanıza yeterli gelecektir diye tahmin ediyorum.

Zaten kendisinin de daha çok din ile meşgul olduğu, yaptırdığı camide tefekküre çekilip tasavvufa ilgi duyduğu iddia ediliyor. Tahta çıktığında yaşı o kadar küçük ki hiç sancağa gitmeden padişah olan ilk kişi.

Kendisi de halen çok tartışılan Ekber ve Erşet sistemini getirerek taht kavgalarına, kardeş katline son veriyor ama bir yandan da şehzadelerin sancağa gidip deneyim kazanması ihmal edilmiş oluyor.

Anlayacağınız Sultanahmet Camii’nin heybetli yapısı ve göz dolduran çinilerinin arkasında Shakespeare’i kıskandıracak bir hayat yatıyor, aklınızda bulunsun istedim.

İstanbul Arkeoloji Müzesi

Yazıyı çok uzatmak istemiyorum ama buradan bahsetmezsem olmaz. Gülhane Parkı’nın yanında bulunan bu müze bence yeteri kadar bilinmeyen ve hak ettiği ilgiyi görmeyen bir mekan.

1869 yılında Müze-i Hümayun olarak kurulan ünlü Osman Hamdi Bey (isminin nereden tanıdık geldiğini merak edenlere: Hani şu ünlü Kaplumbağa Terbiyecisi tablosu var ya, işte onu yapan kişi) tarafından kurulmuş olması onu içerdiği eserler kadar kıymetli kılıyor.

İçindeki eserleri tek tek saymayacağım, mutlaka ama mutlaka gidip görün de sürpriz olsun.

Tarihe azıcık meraklı olmanız, sadece lise hatta belki ortaokul seviyesinde tarih bilmeniz buradan keyif almanıza fazlasıyla yetecektir (hadi kendimi tutamayıp biraz spoiler vereyim: Mesela Kadeş desem? Büyük İskender desem?).

Avrupa’nın herhangi bir kentinde olsa şehrin tanıtımında kullanılacak, kendi başına bölgeye turist çekecek ve ziyaret rekorları kırabilecek bu müzenin ne yazık ki ülkemizde pek esamesi okunmuyor.

Bunun nedeni üzerine biraz kafa yordum açıkçası ve aklıma tek bir açıklama geliyor o da İstanbul gibi bizzat tarih abidesi olan bir şehrin en tarihi noktasında bulunduğundan çevredeki eserlerin gölgesinde kalması.

Giriş ücreti 340 TL fakat Müze Kart ile ücretsiz gezilebiliyor. Yazın 09:00-19:00, kışın 09:00-17:00 arası açık. Mutlaka gidin demiş miydim?


Çinili Köşk

Hiç unutmuyorum, bir televizyon programında İskender Pala, “İstanbul’un her sokağının kendi tarihi vardır, bana kalsa ders olarak liselerde okuturum.” demişti. Tabii bu durum son otuz kırk yılda hızla çoğalan banliyöler için geçerli değil, kastettiği yerin tarihi yarımada olduğunu tahmin ediyorum.

Nasıl olsa kendi ülkemizdeyiz, istediğiniz an yol sorabileceğinizden kaybolma korkusu da yok. Ben kendinizi kaptırıp ayaklarınız nereye götürürse oraya giderek bu antik sokakları keşfetmenizi öneririm ama İstanbul’un biraz tehlikeli bir şehir olduğunu da aklınızdan çıkarmayın ve tekinsiz görünen yerlere gözü kapalı dalmayın!

Küçük Ayasofya

Aslında daha yazılacak çok şey var, tarihi yarımadanın her köşesinde bir kasır, bir çeşme, bir türbe bulunuyor. Örneğin İstanbul Arkeoloji Müzesi’nin içinde Fatih’in yaptırdığı Çinili Köşk, yanında ise Osmanlı’da paraların basıldığı Darphane-i Amire var, Küçük Ayasofya var, Türk ve İslam Eserleri Müzesi var, 1001 direk sarnıcı var, hadi hepsini yazmayayım ama belki bir düzine daha müze var, var da var… Hepsini yazsam kendi başına bir kitap bile olur.

Nuruosmaniye Camii gibi bazı eserlerden ayrı bir yazıda Haliç ile birlikte bahsedeceğim. Yeni yazılarda görüşmek dileğiyle…

Paylaş
Kerem Alp Usal

Adana’da doğan yazar, Ankara Fen Lisesi, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi ve İstanbul Üniversitesi Tarih Bölümü mezunudur. ODTÜ Enformatik Enstitüsü’nde Bilişsel Bilimler Bölümü’nde doktora çalışmalarını sürdürmektedir. Yazın hayatına kaleme aldığı öykülerle başlamış ve öyküleri çeşitli dergilerde yayımlanmıştır. Yazarın yayımlanmış 9 adet kitabı bulunmaktadır. Çok bilmenin tek yolunun hem çok okumak hem de çok gezmek olduğunu düşünüp ikisini de bol bol yaptığından gezdiği yerleri anlatan seyahat yazıları yazmaya başlamıştır.