Türkler için Viyana’nın önemi ayrıdır, lise tarih derslerinde anlatıldığı üzere iki kere kapısından dönülen yerdir, istenilmiş ama elde edilememiş olandır. Tabii bunun tam tersi de Avrupalılar için geçerli, özellikle Avusturyalılar ile Polonyalılar İkinci Viyana Kuşatması’nı kendi kahramanlıkları olarak göstermek konusunda birbirleriyle yarışırlar ve tüm Avrupa’yı koruduklarına dair böbürlenirler. Rast gelirseniz çok aldırmayın.
Viyana’nın dünya tarihi açısından en önemli olduğu dönem ise daha yakın bir tarih, Birinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesindeki yıllar. İngiltere’de Viktorya Dönemi’nin baskısı, Fransa’da bitmek bilmeyen ihtilal-karşı ihtilal süreci, İspanya’da ekonomik buhran ve daha henüz birleşen İtalya’da büyüme sancıları yaşanırken Hapsburg Hanedanı tarafından katı ama istikrarlı biçimde yönetilen Avusturya ve başkenti Viyana, kısa bir süre için de olsa Avrupa’nın kültürel başkenti olmuş. Florian Illies’in “1913” adlı kitabında çok güzel biçimde örneklediği üzere bu şehirde aynı günlerde Stalin bir park bankında devrimci manifesto kaleme alırken yan sokakta Hitler yaptığı tabloları satmaya çalışıyor, ana caddede ise ileride Yugoslavya’yı demir yumrukla yönetecek olan diktatör Tito araba sürüyordu. Sigmund Freud’un ise Viyana’da okuduğunu, hayatının büyük kısmında burada çalıştığını, teorilerini geliştirip ofisindeki mini toplantılarda kafadarlarıyla paylaştığını ve Viyana Üniversitesi’nde ders verdiğini belirtmeden geçmek olmaz.
Viyana’nın merkezinde birbirinden güzel kafeler var. Zaten İtalyanlar ile Avusturyalılar arasında kimin daha iyi kahve yaptığına dair tartışmalar asırlarca geriye gider, Avusturyalılar kahveyi İkinci Viyana Kuşatması’nda Osmanlı Ordusu’nun geride bıraktığı çuvallardan keşfedip Avrupa’ya tanıttıklarını öne sürerler; İtalyanlar ise Akdeniz ve Kızıldeniz’deki ticaret sayesinde daha önceden öğrenip Batı ile kendilerinin tanıştırdığını savunur. Genellikle kahve türlerinin Almanca değil de cappuccino, espresso gibi İtalyanca isimler taşıması da tartışmada ibreyi biraz güneye çeviriyor açıkçası. Tabii bu iki ülkenin tarih boyunca sık sık savaştığını ve dolayısıyla aralarındaki kavganın kahveden çok daha öteye gittiğini unutmamakta fayda var.
Viyana’nın spesiyali, adı üzerinde Caffe Viennese olarak satılan, üstünde krema bulunan espresso ancak ben bir kez denedikten sonra tercihimi yine kapuçinodan yana kullandım. Şehirdeki en güzel özellik ise her günün, her dakikanın klasik müzik ile iç içe olması. Operalar ve dinletiler kapalı gişe olduğundan bilet bulmak zor ama üzülmeyin, her sokakta bir konservatuar öğrencisi kendi resitalini veriyor. Diğer şehirlerde sokak müzisyenlerinin genelde tercih ettiği gitar yerine çello, obua, ksilofon gibi farklı enstrümanlar sizi ezgileriyle saracak.
Benim en beğendiğim yer ise hemen Sacher’in köşesinde bulunan Cafe Mozart oldu. Mozart aslında başka bir Avusturya kenti olan Salzburg’da doğup büyüse de sonradan başkent Viyana’ya yerleşip burada evlenmiş, dolayısıyla Viyanalılar tarafından da benimseniyor. Kendi adını taşıyan çikolatalı likörü bile var. 90 yaşındaki bu kafe de Sacher’e kıyasla daha rahat ve samimi bir mekan. Açık havada yer alan masaları Albertinaplatz ve heykel manzaralı. Buradaki Apfelstrudel’i kesinlikle Sachertorte’a yeğlerim, elmalı turta gibi ama milföye sarılarak pişiriliyor ve dilimlenip sıcak olarak servis ediliyor (tabii yanında kremayla, çünkü Viyana’daysanız her şey kremayla!). Kafenin hemen yanında yer alan turist danışma merkezinden şehir haritanızı alabilir, sormak istediğiniz bir şey olursa öğrenebilirsiniz.
Viyana Seyahat Rehberi yazımdan Viyana ile ilgili Avusturya Vizesi, şehir içi ulaşım, konaklama, cafe ve restoranlar ve diğer bilgilere, tüm detayları ile ulaşabilirsiniz!
Bu cadde Viyana’nın tarihi merkezini çevreliyor, zaten eski surlar da aşağı yukarı bu hat üzerindeymiş. Caddede yürürken eskiden kentin ne kadar küçük olduğuna şaşıracak, koskoca Osmanlı’nın ele geçirmekte neden zorlandığını merak edeceksiniz. Bunun tarihsel nedenleri apayrı bir yazı konusu olacak kadar uzun, o yüzden burada girmeyeceğim ama küçük olmasının Viyanalıların yararına olduğunu belirtebilirim.
Schönbrunn gibi birkaç yer dışında Viyana’da turistik olarak ilgi çekici neredeyse her şey bu bölgede, yukarıda bahsettiğim kafeler ve şnitzel restoranı dahil. Dolayısıyla yolunuz mutlaka buraya düşecek. Caddeyi boydan boya yürüyüp çevreyi seyretmek keyifli ancak sakın ola bisiklet yoluna adımınızı atmayın, Almanca bağırışların hedefi olmanız an meselesi.
Güzel Sanatlar Müzesi’nin kendisi başlı başına bir şaheser. Duvardaki işlemelerin her birini tek tek inceleyesi geliyor insanın, hepsinin bir anlamı var. Tabii içerideki tablolar daha da güzel. Giriş 15 Euro. Pazartesi hariç her gün 10:00-18:00 arası ziyaret edebilirsiniz. Tam karşısında ise Doğa Tarihi Müzesi yer alıyor ve benim gibi doğa meraklıları için gezmesi çok zevkli bir yer.
Ayrıca civarda Mozart’ın evi de bulunuyor. Günümüzde müze olan bu evi her gün 10:00-19:00 arası gezmeniz mümkün. Ayrıca St Stephen Katedrali (Stephansdom) da turistlerin ilgi odağı. Gotik mimarisi için biraz ürkütücü demek mümkün, sivri ve oldukça yüksek bir kulesi var. Giriş 5 Euro. 450 yıllık İspanyol Binicilik Okulu da turistlerin akın ettiği ilgi çekici bir diğer adres, vaktiniz varsa göz atmanızda yarar var.
Sözcük anlamı “güzelbahar” olarak çevrilebilen Schönbrunn’un dış görünümü de kübik bir papatyayı andırıyor. Barok mimarinin en önemli eseri olarak kabul edilse de bana alışıldık saraylara kıyasla biraz fazla sade göründü. İçinde ise geniş odaların yüksek tavanları resimlerle süslenmiş ve bin dört yüzden fazla oda bulunuyor (ziyarete açık 40 oda var ve o kadarı emin olun yetiyor). En güzel kısmı ise arkasında yer alan engin bahçesi, binanın aksine buraya biletsiz de girebiliyorsunuz. 100 futbol sahasından daha geniş olan bahçede uzun uzun dolanarak hem temiz hava alabilir, hem de heykellerin ve heykel kadar estetik budanmış çalıların seyrine doyabilirsiniz. Bahçe o kadar güzel bir şekilde tasarlanmış ki hala aklımda bu kadar canlı bir şekilde kalan nadir yerlerden. Bahçenin arkasında yer alan, Gloriette denen kemerli yapı bence sarayın kendisinden daha güzel görünüyor.
Bahçede heykellerin en fazla ilgi çekeni havuzun başındaki Neptün heykeli. Bana Roma’daki Trevi Çeşmesi’ni anımsattı (Roma Gezilecek Yerler yazısında Trevi Çeşmesi’nden bahsetmiştim). Antik Çağ’da gemicilerin kabusu olan, sakinleştirmek için adaklar sunulan, mitolojinin en korkulan tanrısı Neptün; Yakın Çağ heykeltıraşlarının elinde bahçe süsüne dönüşmüş. Eh, bir zamanlar Ege adalarının birinden diğerine giderken bile hırçın dalgalarda alabora olmaktan korkan kayıkların yerini çekinmeden okyanusları aşan gemiler alınca teknik gelişim insan kültürünü böyle sessiz ve derinden etkileyebiliyor işte.
Sarayın ziyaret saati her mevsim değişiyor ama açılış saati her zaman 8:30. Temmuz ve Ağustos aylarında 18:00’da, Kasım’dan Mart’a 16:30’da ve diğer aylarda 17:00’da kapanıyor. Viyana ülkemize göre daha soğuk olduğundan ziyaret etmeniz için genel olarak yaz aylarını önerdiğimi de burada belirteyim. Baharlık giysilerinizle Temmuz ve Ağustos’ta güneşli ama serin havanın keyfini çıkarabilirsiniz.
Ulaşım kolay, ister metro, ister tramvay, ister otobüsle Schönbrunn durağında inmeniz yeterli. Sarayda istediğiniz tura göre farklı bilet fiyatları var, 14 Euro’dan başlıyor. En küçük olan 22 odayı, bir üstü 40 odayı, özel Sisi turu ek olarak kraliçenin mücevherlerini gezdiriyor ve daha da fazlasını isterseniz Dönüş yolunda bir göz atmak isterseniz sarayın önünde kendi işlerini satan ressamlar bulunuyor, oradan aldığım tablo hala duvarımda.
Çok güzel anılar biriktireceğiniz bir gezi olması dileğiyle…