Bilindiği üzere İstanbul, köklü bir geçmişe ve çok katmanlı bir kültürel zenginliğe ev sahipliği yapıyor.
Büyük uygarlıkların başkenti olan İstanbul, geçmişten bugüne insan hayatında büyük rol oynamış tarihi olaylar, kahramanlar, mimari yapılar ve şehrin efsanelerine tanıklık etmiş efsaneleri ile tüm insanlığın hafızasına yer etmeyi başarmıştır. Bu efsaneler eşine az rastlanan türden olmasıyla dikkat çekmeyi başarmıştır.
Eşine az rastlanan bu efsanelerden birkaçını şöyle sıralayabiliriz.
İçindekiler
İstanbul Efsaneleri
Çemberlitaş’ın Tarihi ve Kutsal Emanetler Efsanesi
Çemberlitaş Meydanı, İstanbul’un sahip olduğu yedi tepeden ikincisi olarak kabul ediliyor. Çemberlitaş Meydanı’na Konstantin tarafından Forum Konstantin inşa edilmiştir.
Senato binalarının da yer aldığı Forum Konstantin, 4. yüzyıldaki en büyük meydan olarak kabul görmüştür. Forum Konstantin’in inşa sürecinde I. Konstantin, 9 adet ve 3 ton ağırlığında olan bu çemberlerin üst üste konulmasını istedi ve bugünkü Çemberlitaş Meydanı ortaya çıktı.
328 yılında Roma’da yer alan Apollon Tapınağı’ndan İstanbul’a getirilen Apollon Heykeli de, 57 metre uzunluğunda ki sütunun tepesine yer aldı.
İlerleyen dönemlerde Hıristiyanlığın resmi din olmasından sonra Apollon Heykeli indirilir ve yerine Julianus ve Theodosius heykelleri yerleştirilir. Manuel Komnenos zamanında heykellerin yıkılmasıyla bir haç heykeli dikilir.
İnanılan efsanede bahsedilen kutsal emanetler Hz. İsa ile özdeşmiştir. Efsanenin dayanak noktası Haçlı Seferleri’nin devam ettiği dönemde orduda yer alacak askerlerin, Avrupa’dan getirilmesi için rahipler tarafından bir hareket başlatılmıştır.
Bu hareketin ardından Çemberlitaş Sütunu’nun altında Hz. İsa’nın kutsal kadehinin yer aldığı rivayet edilmiştir. Bu kutsal kadehten bir yudum içenin ölümsüz olacağı söylentisinin ardından on binlerce kişi Çemberlitaş Sütunu’na doğru yol almıştır.
Bizans İmparatoru gelen yolculara şehrin kapılarını açmıştır fakat gelen yolcular sonrası şehirde büyük hasarlar meydana gelmiştir.
Çemberlitaş’ın Altında Yer Alan Gizemli Oda’nın Sırrı
M.Ö 324 yılında Konstantin, annesi Helen’i Kudüs’e doğru yolculuğa çıkarır, Helen Kudüs’e geldiğinde İsa Peygamber’in mezarı açılır. Mezarda bulunan kutsal emanetler İstanbul’a gönderilir.
1 yıl sonra Konstantin Roma’yı alır ve Pagan Roma imparatorluğu’nun varlığına son verir. Roma’da yer alan Apollon Tapınağı, Konstantin’in emri ile yıkılır ve oradan getirilen taşlar Çemberlitaş’ın inşasında kullanılır.
Ortalama 11.11 metre uzunluğunda ve 2,5 metre yüksekliğinde 4 parçadan oluşan bir ana bina oluşturulur. Bu yapı içerisinde 1,2 metre büyüklüğünde küçük bir oda yapılır.
Dönemin anlatılarında Hz. İsa’nın mezarından getirilen kutsal emanetlerin, İmparator Konstantin’in annesi Helen tarafından bu dikilen sütunun altına yaptırdığı odada sakladığı ifade ediliyor. Bu olay M.Ö. 340-400’lü yıllarda tutulan belgelerde de sıkça geçiyor.
İstanbul Kapalıçarşı Efsanesi
Rivayet edilen efsaneye göre, Kapalıçarşı’nın gizli tutulan bölümlerinde gümüş yemek takımı üretilen atölyeler yer alıyormuş. Yerin altında olan bu atölyeler, ruhsatsız olarak üretim sağlıyormuş, bu nedenle çalışanlara ilk iş günü dehlizlerden kimseye bahsedilmemesi için yeminler ettiriyorlarmış. Kapalıçarşı’nın altında başka alanlara doğru da gidilmesi mümkünmüş fakat bu alanlara girmek yasaklanmış.
Zamanın birinde hazine avcılarından üç dört kişi ileri gitmek istemiş. Kapalıçarşı’nın dehlizleri karmakarışık bir yapıda olduğu için gidenlerden yalnızca biri dönmeyi başarmış. Kurtulmayı başaran çocuk da akıl sağlığını kaybetmiş. Çünkü dehlizin ilerisinde yer alan bölümler yeryüzünde görülmemiş böcekler, kuşlar ve sürüngenlerle doluymuş.
Yerebatan Sarnıcı ve Efsaneleri
Yerebatan Sarnıcı, 527-565 döneminde Bizans İmparatoru I. Justinianus tarafından inşa edilmiştir. Şehrin merkezinde yer alan Yerebatan Sarnıcı, İstanbul’un su ihtiyacının giderilmesi için yapılmıştır. Eski bir bazilikanın bulunduğu yerde konumlanması nedeniyle, “Bazilika Sarnıcı’” olarak da bilinmektedir.
Gizemi ve görkemi ile dillere destan olan sarnıcın muhteşem mermer sütunlara sahip olması nedeniyle ‘’Yerebatan Sarayı’’ olarak da anılmaktadır.
Gizemli Medusa Başı
Yerebatan Sarnıcı içerisinde, iki adet Medusa başı bulunmaktadır. Mitoloji’nin unutulmaz isimlerden olan Medusa, Antik Çağ’da yer altı dünyasının dişi canavarlarından olan üç Gargona’dan biri kabul edilmektedir.
Yılan görünümlü saçlara sahip olan Medusa, kendisine bakıldığında karşısındakini taşa çevirme gücünün olduğuna inanılırmış. Ayrıca Medusa’nın bulunduğu yerleri koruduğuna inanılırmış. Yerebatan Sarnıcı içerisinde yer alan Medusa başının da bu yüzden konulduğu rivayet edilmektedir.
Medusa hakkında anlatılan bir diğer efsaneye göre Medusa; Zeus’un oğlu olan Perseus’a aşık olur. Medusa; herkesin dilinde olan güzelliği, uzun siyah saçları ile herkesin dikkatini çekmektedir. Perseus’a aşık olan bir başka kadın daha vardır Athena’da. Athena’da tıpkı Medusa gibi Perseus’a aşıktır. Athena intikam almak için Medusa’nın dillere destan olan saçlarını yılana çevirir. O günden sonra Medusa kiminle göz göze gelse taşa dönüşmeye başlar. Bu durumu kendi çıkarına dönüştürmek isteyen; Perseus, Medusa’nın başını koparır ve düşmanlarını taş etmek için kullanılır.
Gözyaşı Sembolleri
Anlatılan efsaneye göre, Yerebatan Sarnıcı içerisinde yer alan sütunların üzerinde kabartma süsler yer alıyordu. Bu kabartmalar içerisinde gözyaşı motifleri de bulunmaktadır.
Bu gözyaşı kabartmaları sarnıç inşa edilirken vefat eden kölelere ithafen oluştuğu yorumlanmaktadır.
İstanbul’un Fethi ve Eskici Baba Efsanesi
İstanbul’un Fethi’nden önce şehirde yaşayan Türkler bulunmaktaydı. Bunlardan biri de Eskici Baba’ydı. Eskici Baba, İstanbul sokaklarında halkın ayakkabılarını dikerdi. İstanbul’un Fethi sırasında top sesleri duyulmaya başladı ve bu sesler günlerce devam etti, fakat atılan toplar ve gülleler ne birine ne de herhangi bir yere isabet etmedi. Çünkü Eskici Baba Allah tarafından verilen kerameti ile topları teker teker tutuyordu, her tuttuğu topta “evlatlarımı koru” diyordu.
Savaş sırasında bir gün Fatih Sultan Mehmet Han sabah namazını kıldı ve ellerini semaya yükselterek “Ya Rabbi hayırlısı ile bu şehrin fethini gerçekleştir” diye dua etti. Gün içerisinde gülle sesleri tekrar yükselmeye başladı, surlar yıkılmaya başlamıştı. Artık şehir zapt edilmeye başlamıştı.
Fatih Sultan Mehmet şehre adım attıktan sonra halka: “Burada farklı bir zat var mıydı?” diye seslendi. “Evet, Eskici Baba vardı” diye cevap verdiler. “Fetih sırasında şehre atılan topları halka zarar gelmesin diye eliyle tutup kenara bırakıyordu.”
Bunun üzerine Fatih Sultan Mehmet Han ve yanındakiler, İstanbul’un Fethi’nin neden geciktiğinin sırrını anlamış oldular.
Ayasofya Efsaneleri
Ayasofya Efsaneleri, mimarlık ve resim sanatlarında önemli yer edinmiştir. İlk olarak Bizans kültüründe yer alan efsaneler, daha sonra İslam kültüründe de sıkça kendinden söz ettirmeyi başarmıştır.
İnsanlık tarihinin hemen hemen her bölümünde efsanelere büyük bir ilgi gösterilmiştir. Bununla birlikte efsanelerin kurgu payı olabileceği gibi doğruluk payı da oldukça yüksektir. Anlatacağımız Ayasofya efsaneleri de tarihi bir sürece sahip olmakla beraber, yıllar boyunca farklı şekilde anlatılagelmiştir.
Ayasofya’da Görülen Kadın Mezarı
Ayasofya’nın üçüncü inşa döneminde, Ayasofya’ya yakın olan evlerin ve diğer yapıların yıkılması istenmiştir.
Ev sahiplerinin tamamı bunu kabul etse de yalnızca biri bunu kabul etmez. Evinin yıkılmasını istemeyen kişi dul bir kadındır ve kendisine yapılan tüm teklifleri reddetmektedir. Dönemin imparatoru ise kadının rızası ile evin yıkılmasını istemektedir.
Dul kadın ancak Ayasofya’nın içine kendine ait bir mezar yapılır ve kendisi de oraya gömülürse evinin yıkılmasına razı olacağını açıklar. İmparator bu teklifi kabul eder. Kadın vefat edince, Ayasofya apsisinin kuzeyinde yer alan kemerin altına defin işlemi yapılır.
Ayasofya’da Görülen Melek
Ayasofya inşa edildiğinde inşa alanından sorumlu bir bekçi bulunmaktadır. Bekçi, Ayasofya içinde Mikail’e sunulmuş kilisenin kapısında beklerken Mikail ortaya çıkar ve bekçiye görünür. Mikail bekçiye kilisenin inşaat ustalarının yerini sorar. Bekçi de akşam yemeği yemek için ustaların saraya doğru gittiğini söyler. Bu cevap üzerine Mikail ona “Ayasofya için yapılan bu kiliseyi acilen bitirmelerini söylemesini, bekçi gelene kadar da kiliseyi bekleyeceğini söyledi”.
Bekçi saraya doğru giderek dönemin imparatoruna Mikail’in Ayasofya’ya geldiğini ve dediklerini bir bir anlatır. İmparator bekçiyi Roma’ya gönderir. Böylece bekçi Roma’dan hiç dönemeyeceği için Ayasofya’yı Mikail koruyacaktır.
Ab-ı Hayat Marmara Denizi’nin Altındadır
Efsaneye göre Büyük İskender günlerden bir gün balık tutmak için dereye iner, derenin içinde daha önce hiç görmediği güzellikte balıklar görünce onları hemen yemek ister fakat bir türlü balıklar oltaya gelmez. Bunun üzerine Büyük İskender öfkelenir ve suyun akış yönünü değiştirmek ister ve balıkları susuz bırakmak ister.
Büyük İskender bu işle meşgulken arkasından gelen bir sese kulak kesir. “Ey İskender, boşuna uğraşma, balık tutamazsın, balık tutmak ülkeyi yönetmeye benzer, her işin bir kuralı var, nefsin bu balıkları istiyor” diyen yaşlı adamı görür, yaşlı adam dereden aldığı üç balığı Büyük İskender’e uzatır. Büyük İskender, yaşlı adamın verdiği balıkları hemen pişirmeye koyulur, fakat balıklar kızarmaz.
Kızarmayan balıklara sinirlenen Büyük İskender, ormandan ağaç toplatır ve büyük bir ateş yaktırır ama balıklar yine kızarmaz. Balıkları tekrar dereye atar. Büyük İskender bunun üzerine ateş topuna dönerek ihtiyara, “bana sihirli balıkları verdin, bunun karşılığını alacaksın” der ve bir kılıç darbesiyle ihtiyar adamın kafasını havaya uçurur.
İhtiyar adamın başı bir tepenin üzerine düşer. Boynundan akan kan, bir anda suya dönüşür. Bu su öyle bir hızda akmaktadır ki Büyük İskender şaşırır kalır. Büyük İskender gördüğü manzara karşısında korkuya kapılır ve atıyla oradan uzaklaşmaya çalışır. Atı ile Yalova kıyılarına kadar ulaşır ve arada kalan yer kocaman bir deniz haline gelir.
Efsaneye konu olan bu deniz Marmara Denizi’nin ta kendisidir. Ölümsüzlük iksiri diğer bir deyimle Abı-ı Hayat, Marmara Denizi’nin altında yer almaktadır.
İstanbul’un Kuruluş Efsanesi
Yüzyıllardır çeşitli imparatorluklara ev sahipliği yapan İstanbul’un kuruluşu M.Ö. 658 yılına dayanmaktadır.
İstanbul’un kuruluşu hakkında birden fazla efsane rivayet edilmiştir. En çok bilinen ve kabul gören efsanelerden biri Hz. Süleyman’ın İstanbul’u kurmasıdır.
Efsanede anlatıldığına göre, tüm insanlığın, görünmeyen varlıkların ve hayvanların kralı olan Hz. Süleyman ile Ferenduz Adası’nın hükümdarı Sidon kafa kafaya gelmiştir. Hz. Süleyman bu çarpışma sonucu emri altındaki bütün varlıkları Sidon’un üzerine gitmelerini emretmiştir. Bu saldırı sonucu Sidon ve halkı yok olup gitmiştir, yalnızca Sidon’un güzeller güzeli kızı Alina hayatta kalmıştır. Alina babasının başına gelenlere ve halkının yok olup gitmesine ağlıyormuş. Alina’yı Hz. Süleyman’a getirmişler, Hz. Süleyman Alina’yı gördüğü an aşık olmuş.
Hz. Süleyman yapılan savaşta kendinin hiçbir suçu olmadığını, tüm suçun babasında olduğunu söylemiş, bunun üzerine Alina Hz. Süleyman’dan dünyanın en güzel yerinde, en ihtişamlı sarayın kendisi için yapılmasını istemiş. Hz. Süleyman’da emri altındaki bütün varlıklara dünyanın en güzel yerini bulmalarını emretmiş ve bulunan yer İstanbul’muş. Hz. Süleyman sarayı inşa ettirmiş ve yanına da bugünkü İstanbul şehrini kurdurmuş.