Kimi iki ülke arasında minicik bir toprak, kimi sanki deniz kıyısında bir kıyı kasabası… Minicik yüz ölçümlerine rağmen muhteşem ekonomilere sahip, vergi cenneti diye tabir ettiğimiz ve çoğu zaman aşırı lüks destinasyonlar. Kimisi halen prenslik olarak adlandırılıyor, kimisi tarihin en eski medeniyetlerine ev sahipliği yapmış. Evet bahsettiklerim, Avrupa’nın mikro devletleri. Adı üstünde minicik olan bu devletler kimi zaman tek şehirden oluşarak şehir devleti olarak da adlandırılıyor.
İstanbul’dan daha küçük, hatta İstanbul’un tek bir semtinden çok daha küçük devletler var Avrupa’da. Kimilerinin isimlerini duysak da kimileri bize çok yabancı gelebilir. Küçük olmalarından ve muhteşem doğalara ya da turizm olanaklarına sahip olmalarından dolayı hepsi çok zengin ülkeler. Eeee, bu kadar minik topraklarda bir devlet olarak kalmayı becermek için baya yetenekli olmak lazım.
Gelin şimdi sizinle Avrupa’nın bu ihtişamlı mikro devletlerine bir yolculuğa çıkalım. Yazıya başlamadan önce bu sıralamaları yaparken büyüklük kıstasını göz önünde aldığımı belirtmek isterim.
Hadi bakalım!
Avrupa’nın En Küçük 7 Ülkesi
1) Dünyanın En Küçük Ülkesi: Vatikan
Katolik Hristiyanların yönetim merkezi, Papa’nın ve kardinallerin evi Vatikan listemizdeki bir diğer devlet.
Evet, bir çoğumuz Vatikan’ı yalnızca tarihsel bir bölge sanabilir ama Vatikan, İtalya’nın Roma kenti sınırları içinde bulunan, 44 kilometrekarelik ufak bir alana kurulmuş bağımsız bir şehir devletidir. 44 kilometrekare, evet. Hemen karşılaştırmalı gidelim. Kadıköy’ün 41 kilometrekare olduğunu düşünürsek, Vatikan’ın ne kadar ufak bir ülke olduğunu daha kolay zihninizde canlandırabilirsiniz sanıyorum… Burası, dünyanın en küçük ülkesi.
Vizeye ihtiyaç duymadan, sadece bir güvenlik kontrolünden geçerek girilen bu devlet monarşiyle yönetilir. Yönetimin başında ise Papa vardır. Hem Vatikan devletinin başkanı hem de Katoliklerin ruhani lideri sayılan Papa’nın sözleri kanun hükmündedir.
Papa’yı Vatikan’ın en yüksek yönetim organı olan 70 kişilik Kardinaller Meclisi kendi arasından seçer. Bir kardinal Papa seçildiğinde ona yeni ve dini bir isim verilir ve Papa, ölene dek Papalık görevini sürdürür. Bugünkü Papa, 13 Mart 2013’te Papa seçilmiş Arjantin doğumlu Papa Francis’tir.
İsviçreli Muhafızlar adında, geleneksel kıyafetler giyen 100 kişilik sembolik bir ordusu da olan Vatikan’ın nüfusu ise yaklaşık 1000 kişidir. Ancak bu nüfus, hemen her gün ‘ülkeyi’ ziyaret eden yüz binlerce turistle birlikte katlanır. Vatikan’da gezerken dünyanın her yerinden insanla karşılaşabilirsiniz…Vatikan ziyaretçilerine bakarsak da kimi tarihi meraklarla, kimi dini sebeplerle, kimi ise sanat merakıyla oradadır.
Sonuçta bu minik ülkenin kendi yerli nüfusu sadece din insanlarından ve kimi memurlardan oluşur.
Tarihsel olarak Vatikan devleti, Orta Çağ boyunca Papalık Devleti adıyla Güney İtalya’da geniş topraklara hükmetmiş ve tüm Katolik krallar üzerinde egemenliğe sahip olmuştur. Krallara tacını papa giydirmiş, istediğinde kralları dinden aforoz etmiştir.
16. yüzyıldan itibaren Reform hareketiyle etkisi azalan Papalık Devleti, İtalya Krallığı’nın kurulmasıyla birlikte şimdiki topraklarına çekilmiştir.
1929’da İtalya Devleti’yle Katolik Kilisesi arasında imzalanan Laterano Antlaşması ise Papalık’ı bağımsız bir devlet yapmıştır ve böylece dünyanın en küçük devleti Vatikan kurulmuştur.
Vatikan Devleti’nin iki resmi dili vardır: Latince ve İtalyanca. Ancak Fransızca, Almanca, Lehçe, Portekizce gibi diller de Vatikan Devleti sınırları içinde konuşulur.
Ülkenin para birimi ise eurodur. Ancak Vatikan’ın ekonomisi sıradan bir devletin ekonomisinden farklıdır; bağışlara, bağışlardan alınan banka faizlerine, kütüphane ve arşiv hizmetinden elde edilen gelirlere, turizm gelirine, Vatikan Posta İdaresi ve Vatikan Basımevi’nin hizmetlerine dayanır.
Peki Vatikan’a nasıl gidilir? Tiber Nehri kıyısında yer alan Vatikan’a sadece Roma’dan, kara yoluyla ulaşım vardır. Yani her halükarda Vatikan’a gitmek istiyorsanız önce Roma’ya gitmelisiniz.
Roma’ya vardıktan sonra ise otobüs ya da taksiyle Vatikan’a gidebilirsiniz. Metroyla gitmek isterseniz Roma Terminali’nden A Metro Hattı’na binmeli ve Ottaviano San Pietro – Musei Vaticano durağında inmelisiniz.
Şehir merkezinden Vatikan’a yürüyerek gitmek de mümkün.
Ayrıca, Roma’ya geldiğinizde çeşitli Vatikan turları bulabilir ve bu turlara kaydolarak Vatikan’ı bir rehber eşliğinde de gezebilirsiniz. Bu turların fiyatları 10 eurodan 100 euroya kadar çeşitlilik gösterebiliyor.
Vatikan’a vardıktan sonra İsviçreli Muhafızların koruduğu Saint Anne Kapısı’ndan giriş yapacaksınız.
Gezilecek yerlere gelirsek, bu mini ülkenin hem sanatsal hem de tarihsel açıdan çok önemli şeyler vaat ettiğini söyleyebiliriz. Öncelikle, Vatikan Müzeleri’ni muhakkak görmelisiniz. Buraya giriş yetişkinler için 27 euro, öğrenciler için 21 euro, 5 yaşında kadar çocuklar içinse ücretsizdir. Birbirinden farklı konseptteki galeri ve müzelerden oluşan Vatikan Müzeleri’nde Rönesans döneminin çok önemli sanat eserlerinin yanı sıra Avrupa tarihinin aydınlatılmasına ışık tutan birçok belge de bulunmaktadır.
Vatikan Müzeleri’nin en ünlü bölümü Sistina Şapeli’dir. Sistina Şapeli, Boticelli ve Michelangelo’nun birçok eserine ev sahipliği yapmaktadır. ‘Adem’in Yaratılışı’ freski Sistina Şapeli’nde bulunur.
Sanata meraklıysanız Vatikan Müzeleri’nde Caravaggio, Giotto gibi İtalyan resminin büyük ustalarının tablolarına ev sahipliği yapan Vatikan Sanat Müzesi’ni de mutlaka görmelisiniz.
Borgia Daireleri, Belverde Sarayı, Haritalar Galerisi, Raphael Odaları,Vatikan Müzeleri’nde görülmesi gereken diğer yerlerdir.
Vatikan’a gittiyseniz elbette ünlü St. Pietro Bazilikası’nı da mutlaka ziyaret etmelisiniz. 222 metre uzunluğunda ve 138 metre yüksekliğindeki bu devasa bazilika, 60 bin kişiyi aynı anda ağırlayabiliyor. Aziz Petrus’un mezarının olduğu yere inşa edilen St. Pietro Bazilikası, tarihte birkaç defa yeniden yapılmıştır. İlk defa M.S. 349’da inşa edilen bazilikanın şu anki hali ise Papa II. Juilius’un 1506’da yapımına başladığı ama ancak 1612’de Papa V. Paul döneminde bitirilen halidir. St. Pietro Bazilikası’nın yapımında Michelangelo, Raphael, Donatello gibi büyük sanatçılar çalışmıştır. Adeta bir efsaneler takımı.
Vatikan daha sayfalarca anlatılır ama sırf bu bahsettiklerim bile herhalde Vatikan’ı ziyaret etmek için iştahımızı kabartmaya yetiyor. Yolunuz Roma’ya düşerse mutlaka, dünyanın en küçük ama en güçlü ülkelerinden biri olan Vatikan’a gitmeyi sakın unutmayın!
2) İhtişam, Kumar ve Grace Kelly: Monako
Sırada listenin belki de en ulaşılmaz ülkelerinden biri var. Ulaşılmaz diyorum çünkü diğer ülkeler için sayabileceğim ulaşım kolaylığı bu ülke için yok.
Lüks, ihtişam, kumar ve prenslik dersem belki aklınıza bir yer gelir. Grace Kelly desem? Evet Monako’dan bahsediyorum. Ünlü film yıldızının gelin gittiği ve bir prenses olduğu şehir devleti Monako. Hatta Monako Prensliği.
Monako, Vatikan’dan sonra Avrupa’nın en küçük şehir devleti. Yani tek bir şehirden oluşuyor. Fransa sınırları dahilinde yer alıyor. İtalya’ya oldukça yakın.
Akdeniz’in bir kolu olan Ligurya Denizi kıyısında yer alıyor. Deniz kıyısında şatafatı ve sahip olduğu milyonerleriyle ünlü bir destinasyon. Uygun bütçeli bir tatil için düşünülecek bir yer değil tabii; ama okumak bedava!
Monako’nun da ilginç bir tarihi var. Hatta listemizdeki diğer mikro devletler gibi burası da bir şekilde Roma İmaparatorluğu’yla bağlantılı. İlk olarak 1200’lerde Kutsal Roma İmparatorluğu’nun izni ile bir Ceneviz sömürgesi olarak kurulmuş.
Ardından 1200’lerin sonlarında Grimaldi ailesi tarafından ele geçirilmiş. O gün bugündür bölge o ailenin kontrolünde. Yani monarşi ile yönetiliyor. İnanılır gibi değil. Dünyanın en zengin ailelerinden olan Grimaldi ailesi, Grace Kelly’nin gelin gittiği o meşhur aile ve Monako Hanedanı yüzyıllardır bu soy üzerinden ilerliyor.
Monako’nun en meşhur bölgesi belki kendi ününü bile geçen kumarhaneleriyle ünlü Monte Carlo. 35 bin nüfuslu Monako’nun 25 binlik bir bölümü burada yaşamaktadır. Bölge, milyarder sakinleriyle bilinir.
Bölgede 1861 yılında açılan ilk kumarhanenin adı da Monte Carlo’dur. Ardından teşvik edilen yatırımlarla bölge dünya zenginleri için lüks ve görkemli bir kumar merkezine dönüştürüldü.
Sadece 2 kilometrekarelik bu çılgın şehirde kimler yaşıyor peki diye düşünürseniz size birkaç örnek. U2 grubunun solisti Bono, üst üste Formula 1 birincisi olan yarışçı Lewis Hamilton, aktör Sir Roger Moore…
Monako en çok Formula 1 yarışçılarına ve ödüllü tenisçilere yuva olmakla biliniyor. Zaten bölge Formula 1 Grand Prix’inin de yapıldığı yer.
Peki Monako’da nereleri ziyaret edelim…
Şehrin en ikonik binası elbette Monte Carlo Gazinosu. Paris Opera Evi’nin mimari Charles Garnier tarafından 1893 yılında inşa edilen bu muhteşem yapı Onyx taşından yapılan 28 sütundan oluşuyor. İhtişamıyla gözleri büyüleyen Gazino’ya giriş 17 euro. Kumar oynasanız da gezmek isteseniz de bu ücreti vermek zorundasınız. Gazino içerisinde bir de Opera Salonu bulunuyor. Salona ise ziyaretçi girişi yasak. Ancak organizasyonlar esnasında içeri girebiliyorsunuz. Monte Carlo Gazinosu’na girmeseniz bile dışarıdan bu ihtişam ve lüks satan merkezi bir görün derim.
Monako’da eşi benzeri olmayan bir müze mevcut: Oşinografi Müzesi. İsmi Türkçeleşince tuhaf gelse de aslında ‘ocean’ yani okyanus müzesi. Türkiye’nin de üye olarak aralarında bulunduğu Akdeniz Bilim Komisyonu’nun merkezi Monako’da yer alıyor. Bu müze de Bilim Komisyonu’nun ana merkezi. 1910 yılında Monako’nun Prensi Albert I. tarafından kurulan müze Akdeniz faunasını tanımak ve izlemek adına muhteşem bir destinasyon. İçerisinde bu coğrafyaya özgü deniz canlılarının izlenebildiği devasa bir akvaryum yer alıyor. Bunun yanı sıra devasa deniz memelisi iskeletleri, deniz tabanında yüzyıllardır ele geçirilen kalıntılar gibi birçok ilginç nesne de görülebilir. Deniz kenarında, kayalıklar üzerine kondurulmuş muhteşem bina dışarıdan da oldukça etkileyici. 16 euroya ziyaret edilebilir.
1191 yılında bir Ceneviz hisarı olarak inşa edilen Saray, günümüzde Prens’in Sarayı adıyla anılmakta ve Monako’nun en çok turist çeken noktalarının başında gelmektedir. Grimaldi ailesinin yüzyıllardır içerisinde ikamet ettiği bu saray, diğer Avrupa ülkelerindeki yaşanmışlığı biten ve bir müzeye dönüşen sarayların aksine hala bir ev işlevindedir. 700 yıldır aralıksız bu ailenin mabedidir. Elbette şehrin en güzel noktasında, deniz kıyısında devasa bir kayalık kütlesinin üzerinde yer alır. 10 euro karşılığında ziyaret edilebilir.
Prens III. Rainer’e ait olan koleksiyonun sergilendiği Araba Müzesi de Monako’nun önemli müzelerinden biri. 1950’lerde Prens’in kişisel bir hobi olarak vintage arabaları biriktirmesi üzerine bu macera başlıyor ve en sonunda koleksiyon kendini aşınca Prens bunu halkla paylaşma kararı alıyor. 1993 yılında içerisinde Packard’dan Ferrari’ye, Hispano Suiza’dan 2013 Lotus F1’e adını duyunca aklımızda ancak lüksün canlanacağı arabalarla dolu olan müze “Cars collection of HSH the Prince of Monaco” açılıyor.
Monako muhteşem bahçelere sahip bir şehir. Bunların başında bir uçurum üzerinde yer alan botanik bahçesi Jardin Exotique de Monako yani Monako’nun Egzotik Bahçesi geliyor. Bahçe ilk olarak 1860’larda Meksika’dan getirilen bitkilerle oluşturulmuş.
İçerisinde birçok patikanın yer aldığı, Halep’ten getirilen çam ağaçlarının etrafınızı çevrelediği St. Martin Bahçesi ise diğer bir yeşil adres. Orta çağ surlarının ve çeşitli heykel işlerinin yürürken karşınıza çıkacağı bu bahçe insana, bugüne kadar gezdiklerim neydi o zaman hissi veriyor.
Evet. Monako’dan şimdilik bu kadar. Eğer gezmek için ağzınızı biraz sulandırdıysam ne ala. Ama cepleri çok yakmanız gerekeceği için şimdiden özür dilerim. Yok, eğer burası bana çok fazla derseniz, Avrupa’nın diğer minik fakat bütçe dostu bir ülkesiyle listemiz devam ediyor!
3) Günümüzün En Eski Cumhuriyeti: San Marino
Sırada beni bu listede en çok etkileyen ülke geliyor, San Marino. Belki de birçoğunuz böyle bir ülke olduğundan bile habersiz. Merak etmeyin. Ben de dünya haritasında saatlerini geçiren biri olmasam muhtemelen bu ülkenin adını bile duymayacaktım.
San Marino İtalya sınırları içerisinde yer alan ve denize sınırı olmayan bir mikro devlet. Monako ve Vatikan’dan sonra listenin en küçük 3. ülkesi.
Boyutuna rağmen inanılmaz bir tarihi var. Günümüzde hala varlığını sürdüren, dünyanın en eski cumhuriyeti olarak adlandırılıyor. İnanabiliyor musunuz? 3 Eylül 301 yılında Roma İmparatoru’nun Hristiyanlara karşı kötü tutumundan kaçan Dalmaçyalı bir taş ustası ve çevresine toplananlar tarafından kurulmuş. Hayatımda duyduğum en ilginç ülke kuruluş hikayesi.
13. yüzyılda Cumhuriyet haline gelmiştir. 1800’lü yıllarda İtalya birçok mikro devletin birleşmesiyle yeni bir çehre kazanırken San Marino İtalya’ya ait olmak istememiştir.
II. Dünya Savaşı’ndan sonra bir ara Komünizmle yönetilmiştir. Günümüzde ise çok partili temsili demokrasi ile yönetilir. Adliye yönetici ve yasama organından bağımsızdır ve 1600 yılından beri sahip oldukları bir anayasaları vardır. Yürütme görevinin başında iki yüzbaşı vardır ve bu yüzbaşları her 6 ayda bir seçimle değişirler. Kimi sosyal bilimcilere göre San Marino dünya üzerinde demokrasinin en güzel uygulandığı ülkedir.
Ülkenin yüz ölçümü 61.2 kilometrekaredir. Nüfusu ise 35 bin civarındadır. Avrupa’daki diğer mikro devletler gibi çok pahalı bir ülke değildir. Ülke ekonomisinin yarısı turizm yarısı da tarımdan gelir. Ülke muhteşem lezzetteki peynir ve şaraplarıyla ünlüdür. Ülkede İtalyanca’nın lokal bir lehçesi konuşulur.
San Marino Schengen bölgesine ait değil. Fakat ülkeye ulaşmak adına önce İtalya’ya girmek zorunda olunduğundan İtalya vizesi gereklidir. Ülkenin küçücük sınırları içerisinde bir havalimanı yer almaz. En yakın havalimanı İtalya’nın Rimini şehrindeki Federico Fellini Havalimanı’dır. Buradan San Marino’ya 45 dakikalık bir tren yolculuğuyla ulaşabilirsiniz.
Peki San Marino bize ne vaat ediyor? Öncelikle şunu söylemeliyim ki burası sanki bir Game of Thrones şehriymiş gibi görünüyor. Şehir demeye başladım çünkü San Marino’nun başkenti de San Marino şehri…
Yüksek kayalıkların üzerine kurulmuş. Bu nedenle muhteşem bir görselliğe sahip. Kendi sunduğu resim kadar manzarası da harika, çünkü söylenene göre açık bir günde görüş mesafesi Hırvatistan’a kadar uzanıyor.
Şehir, Titano Dağı’nın kayalıkların üzerinde, birbirinin benzeri taş binalar, kemerler, dar arnavut kaldırımlı sokaklardan oluşuyor. O kadar kendine özgü ve tek bir kimliğe sahip bir ülke/şehir ki bir film setini andırıyor.
Peki San Marino’ya gitmişken nereleri gezelim…
Ben şehirleri yukarıdan görmeye bayılırım. Böylelikle kafamda neyin nerede olduğu çok rahat oturur. Siz de San Marino’ya gidince öncelikle şehrin nefes kesici tepelerine bir çıkın. Manzarayı izleyebileceğiniz üç tepe mevcut. Bunlar, Montale, La Fratta ve Guaita tepeleri. Her birinin üzerinde ise bir kale ya da saray mevcut. San Marino’nun Üç Kalesi olarak adlandırılıyorlar.
En küçük tepe Montale. 14. yüzyılda inşa edilmiş Montale Kalesi diğer tepe kalelerinin aksine ziyarete açık değil. Eski yüzyıllarda bir hapishane olarak kullanılmış. Günümüzde ise ülke bayrağı ve armasının dalgalandığı bir kale işlevinde.
De La Fratta tepesinin üzerinde bir kale yer alıyor ve günümüzde 1550 adet tarihi silahın sergilendiği bir müzeye ev sahipliği yapıyor. De La Fratta tepesi Titano Dağı’nın en yüksek zirvesi. Cesta olarak da anılıyor.
Son olarak Guaita tepesinde yer alan Guaita Hisarı şehrin asıl imgesini oluşturuyor. Sarp bir yamacın üzerinde yer alan kale UNESCO Dünya Mirası listesinde.
Şehrin en turistik yapılarından biri de belediye sarayı olarak adlandırabileceğimiz Palazzo Pubblicco’dur. Burayı ziyaret edebilir, hatta şanslıysanız başkanla bir görüşme dahi ayarlayabilirsiniz.
Şehrin en ünlü ibadethanesi ise Basilica di San Marino’dur. Tarihi 7. yüzyıla dayanan bir yapı üzerine 1836 yılında Neoklasik bir üslupla inşa edilmiştir. Bu Katolik merkezi, çeşitli kültür sanat etkinliklerine de ev sahipliği yapar.
San Marino muhteşem bir Orta Çağ ülkesi olması ve oldukça tarihi yapılara sahip olmasının yanı sıra tuhaf tuhaf müzeleri de ziyaretçilere sunar. Bunlardan biri Museo delle Creature della Notte – Vampiri e Licantropi yani uzun lafın kısası Vampir Müzesi. Balmumundan tuhaf heykeller, doğru mu bilinmez eski çağlardan ilginç kalıntılar ve ürkütücü bir dekorasyon…
Diğer ilginç müze ise Orta Çağ’ın vazgeçilmezi olan işkence müzeleri. San Marino’da Ortaçağ Suçları ve İşkenceleri Müzesi mevcut. İlginç silahlar, eziyet yöntemleri ve bilumum iç gıcıklayıcı sahneye bu mekanda şahit olabilirsiniz.
Eğer kendinizi Game of Thrones setinde gibi hissetmek ve bulunduğunuz yüzyıldan kaçmak isterseniz kendinizi San Marino’ya atabilirsiniz.
4) Yemyeşil Çayırlar, Bereketli Ovalar: Lihtenştayn (Liechtenstein)
Evvet! Sırada yine masallardan fırlamış gibi bir ülke var. Bu mini ülke için adeta Heidi diyarı demek yanlış olmaz. İsviçre ve Avusturya arasında yer alan, Alplerin ve Ren Vadisi’nin görkemiyle bezenmiş Lihtenştayn!
Dünya üzerinde, komşu ülkeleri dahil denize sınırı olmayan iki ülkeden biri. Yani anlayacağınız denizden bir hayli uzak. Fakat muhteşem doğası, yemyeşil coğrafyası ile insana denizi aratmıyor.
Lihtenştayn ortalama 160 kilometrekarelik yüz ölçümü sayesinde dünyanın altıncı, Avrupa’nın ise dördüncü en küçük ülkesi olarak kabul ediliyor. 38 bin civarı bir nüfusa sahip.
Tıpkı Lüksemburg gibi küçük olmasına rağmen oldukça zengin bir ülke. Resmi para birimleri İsviçre frangı. Günümüzde 1 İsviçre frangı 6,47 TL yapıyor. Ülkenin resmi dili Almanca.
Lihtenştayn adını günümüzde dahi ülkenin sahibi konumunda olan varlıklı Lihtenştayn ailesinden almaktadır. Asırlar boyu prenslik ve yerel derebeyliklerle yönetilen bu bölge 1700’lü yıllarda Kutsal Roma İmparatorluğu’nun önemli bir parçası olmuştur. 1800’lerde ise Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun bir parçası haline gelmiştir.
İkinci Dünya Savaşı esnasında zengin Lihtenştayn ailesi mallarını saklanmaları adına başka ülkelere nakletmiştir. Savaşın ardından ise ekonomik zorluklardan dolayı içerisinde çok sayıda değerli sanat eseri bulunan kimi varlıklarını satmak durumunda kalmışlardır.
Fakat buna rağmen günümüzde Lihtenştayn tahtında oturan ve yüzyıllardır aynı soydan gelen insanların hilafet gibi devam ettirdiği bu mirasın son sahibi prens II. Hans Adam, 7 milyon dolarlık servetiyle dünyanın en zengin devlet insanlarından biri olarak kabul edilmektedir.
Lihtenştayn yemyeşil doğasıyla göz kamaştıran Avrupa’nın masalsı Ren Vadisi ile bir diğer harikalar diyarı huzurlu Alplerin kavşağında yer alır. Bu da minik ülkeyi adeta bir huzur adresi haline getirir. Peki Lihtenştayn’a gittiğimizde nereleri ziyaret etmeliyiz?
Ülkenin başkenti Vaduz’dur. Her bir şehri tek tek oldukça tatlı olan Lihtenştayn’da Vaduz’u ziyaret etmeniz size zaten ülkenin geneli hakkında bir fikir verecektir.
Öncelikle her şehrin bir kalesi olduğu gibi Vaduz’da da ilk olarak Vaduz Kalesi (Schloss) ziyaret edilir. Prensliğin resmi makamı olduğundan dolayı ziyarete açık değildir. Fakat yemyeşil bir vadinin ortasında, sarp kayalıklar üzerinde yer alır. Arkasında ise dimdik şekilde göğe yükselen dağ manzarası ile kartpostalvari bir resim sunar. Bu masalsı kalede soylu bir ailenin ikamet ettiğini düşünmek oldukça ilginç geliyor. İçimden, ne hayatlar var, demeden edemiyorum. Kale ülkenin bağımsızlık günü 15 Ağustos’ta ziyaret edilmeli. Çünkü bu muhteşem manzaraya bir de ışık ve havai-fişek gösterileri ekleniyor.
Lihtenştayn ailesinin muhteşem sanat koleksiyonu Viyana’daki Lihtenştayn Müzesi’ne taşınsa da Vaduz’da da oldukça etkileyici bir sanat müzesi yer alıyor; Kunstmuseum, Ernst Ludwig Kirchner, Paul Klee ve Joseph Beuys gibi sanatçıların orijinal eserlerini sanat meraklılarına sunuyor.
Alplerde yer alır da bir kayak merkezi olmaz olur mu? Ülkenin milli sporu olan kayak her yıl binlerce turistin de Lihtenştayn’ı ziyaret etme sebebi. Bunun için ülkenin hemen hemen her şehri ziyaret edilebilir fakat en ünlülerinin başında meşhur kayak köyü Malbun geliyor. 1600 metre rakımda yer alan bu köy yazın bizim Karadeniz yaylalarına benzese de kışın pamuktan bir dünyaya dönüşüyor. Ülkenin doğusu batısı arasındaki mesafe neredeyse 20 kilometre olduğundan, Vaduz’dan Malbun’a yarım saatlik bir araba yolculuğu ile ulaşabilirsiniz.
Son olarak Alp yaylalarında ilginç bir deneyimin peşine düşerseniz de Güney Amerika’nın meşhur yüzleri olan ve Alplerde de sıklıkla görebileceğimiz hayvan türleri lama ve alpakalarla sosyalleşebilirsiniz. Bunun için Triesenberg’de yer alan lama ve alpaka çiftliklerini ziyaret etmelisiniz. Bu komik ve tatlı canlıların yemyeşil yaylalarda nasıl da mutlulukla sektiğine bir bakın. Yeni arkadaşlarınız eşliğinde dağ yürüyüşlerine çıkabilirsiniz. Özellikle çocukların bu aktiviteden inanılmaz keyif alacağına bahse girerim.
Lihtenştayn, Schengen bölgesine dahildir. Eğer bir Schengen vizeniz yoksa ise İsviçre konsolosluğuna başvurarak vize alabilirsiniz.
Ulaşım konusuna gelecek olursak Türkiye’den Lihtenştayn’a direkt uçuş bulunmuyor. Fakat bunu da yine Zürih üzerinden gerçekleştirebilirsiniz. Erken alındığı takdirde İstanbul çıkışlı Zürih uçuşları gidiş dönüş 700 TL’ye bulunabiliyor. Zürih’ten Lihtenştayn’a ise 1 saatlik bir tren yolculuğu ile ulaşabilirsiniz.
5) Avrupa’nın En Meşhur Tatil Adası: Malta
Evet geldik listemizin son adresine!
Avrupa’nın en küçük ama bir o kadar görülesi ülkelerden bahsettiğimiz listemizde sıra Kuzey Afrika ile Güney İtalya arasında, Akdeniz’deki bir ada ülkesinde: Malta Cumhuriyeti.
En büyüğü 237 kilometrekarelik Malta Adası olmak üzere beş takımadadan oluşan, 316 kilometrelik yüz ölçümüne sahip Malta Cumhuriyeti gerek milattan önceye dayanan tarihi gerek harika tatil beldeleri gerekse sunduğu dil kursu imkanlarıyla Avrupa’nın en ilgi çekici, uğrak küçük ülkelerinden biri.
Üstelik, 2004’te Avrupa Birliği’ne katılan ve 2008’den beri para birimi olarak euro kullanan diğer birçok Avrupa ülkesine kıyasla Malta ucuz bile sayılır.
1964 yılında Birleşik Krallık’tan bağımsızlığını kazanan, 1974 yılında ise bir cumhuriyet olan Malta’ya ilk defa insanların yerleşmesi M.Ö. 5900’e dayanıyor.
İlerleyen dönemlerde Roma İmparatorluğu’nun ve Bizans’ın egemenliği altına giren Malta, 9. yüzyılın sonlarından 1091’de Normanlar tarafından fethedilene kadar bir süre de Arap hakimiyetinde kalmış. Arap hakimiyeti altında müslümanlaşan Malta nüfusunun tekrar hristiyanlaşması ise 13. yüzyılı bulmuş.
1530’a kadar Sicilya Krallığı’nın parçası olan Malta, 1530’da İspanya Krallığı tarafından fethedilmesinin ardından daha sonraları Malta Şövalyeleri olarak da anılacak bir şövalye tarikatı olan Hospitalye Şövalyeleri’ne verilmiş.
18. yüzyılda Fransız hakimiyetine giren Malta’nın Birleşik Krallık’a bağlanması ise 1814 Paris Antlaşması’yla gerçekleşmiş.
Bu kadar eskiye uzanan tarihiyle Malta Cumhuriyet, tarih tutkunları için cennet sayılabilir. Ülkenin en önemli arkeolojik noktalarının başında Ggantija Tapınakları geliyor. M.Ö. 3500 civarında inşa edilen bu tapınakların kalıntıları halen Gozo Adası’nda görülebilir.
Gozo Adası, Malta Adası kadar gelişmiş ve şehirleşmiş bir ada olmasa da Malta’nın tarihsel ve pastoral açıdan en heyecan verici, en cazip kısımlarının başında geliyor.
Ülkenin en güzel plajlarından Ramla Koyu’nun da yer aldığı bu huzurlu ada, Orta Çağ’dan kalma Victoria tarihi kenti ve Marsalforn adlı canlı mı canlı sahil kasabasıyla turistlerin uğrak noktalarından.
Gozo Adası’nın hemen her köyünde, kasabasında tarihi barok kiliseler görmek de mümkün.
Bu şahane, pek huzurlu adaya Malta Adası’nın kuzeyindeki Cirkewwa Limanı’ndan kısa bir vapur yolculuğuyla ulaşmak da mümkün.
Malta Cumhuriyeti’ndeki belki de önemli tarihi nokta ise yaklaşık 500 bin kişilik nüfusun büyük kısmının yaşadığı, başkent Valette’nin de bulunduğu Malta Adası’ndaki Mdina eski kenti.
UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alan ve bir peri masalından ya da şövalye romansından fırlamış gibi görünen bu Orta Çağ kale kenti M.Ö. 8. yüzyılda Maleth adıyla kurulmuş. Şehir bugünkü adını Arapça’daki “medine” kelimesinden almış.
1530’a, Aziz Paul Tarikatı’nın adaya gelişine kadar uzun yıllar Malta’nın başkenti olan bu tarihi şehir, 1530’dan sonra ise eski canlılığını yitirmiş ve o günden beri “Sessiz Şehir” adıyla anılır olmuş. Ancak Mdina, bugün Malta’nın en turistik bölgelerinin başında geliyor.
Şehre giriş tek bir kapıdan yapılıyor ve bu tarihi kapı adeta sizi günümüzden geçmişe götüren bir zamanda yolculuk kapısı… Zira Mdina’ya girdiğinizde günümüzü çağrıştıran neredeyse hiçbir yapı görmüyorsunuz, üstelik Mdina sokaklarında arabalar da dolaşmıyor!
Bu eski şehrin en önemli yapısı ise kuşkusuz Aziz Paul Katedrali. 13. yüzyılda inşa edilen bu katedral, 1697 ila 1703 yılları arasında Lorenzo Gafa tarafından Barok tarzda yeniden inşa edilmiş ve bugünkü halini almış. Aziz Paul Katedrali’ndeki en değerli eser ise Maltalı ressam Mattia Preti’nin 12. yüzyılda yaptığı Madonna resmi.
Malta Adası’ndaki bir diğer UNESCO listesindeki tarihi alan ise Neolitik Çağ’dan kalma Hal Saflieni Mahzeni. Bu mahzen M.Ö. 4000’li yıllardan kalmış ve en heyecan verici tarafı şu ki hâlâ çok iyi görülebilir, incelenebilir, gezilebilir durumda. Ancak Hal Saflieni Mahzeni’ni tek başınıza gezmeniz mümkün değil. Mahzen, saat başı düzenlenen ve 10 kişiyle sınırlı rehberli turlarla görülebiliyor.
Malta Cumhuriyeti’nin mutlaka görülmesi gereken tarihi spotlarından Büyük Üstadın Sarayı (Grand Master’s Palace) da yine Malta Adası’ndaki ülkenin başkenti Valetta’da yer alıyor. Bu saray, Hospitalye Şövalyeleri’nin merkezi olması açısından bilhassa önemli.
Malta’nın tarihi noktalarından kabaca bahsettik ancak söz konusu Malta olunca dil turizminden de muhakkak bahsetmek lazım. Ülkenin büyük kısmı İtalyanca ve Maltaca konuşuyor ama resmi dillerden biri de İngilizce. Malta, yurt dışında İngilizce öğrenmek için en ideal ülkelerden biri. Uygun fiyatlı birçok dil kursunun bulunduğu ülkede birkaç ay kalarak İngilizcenizi oldukça ilerletmeniz mümkün. Malta’nın önemli geçim kaynakları arasında yer alan dil turizmi, ülke nüfusunun büyük kısmı her üç dili de anadili gibi konuşabildiğinden oldukça ilgi çekiyor.
Akdeniz’e bakan eşsiz koy ve plajları, çok eski zamanlara dayanan tarihi noktalarıyla Malta Cumhuriyeti dünyanın her yerinden turistler için cazibe merkezi.
Türkiye’den iki saatlik direkt uçuşlarla gidebileceğiniz Malta’ya deniz yolculuğuyla ulaşmak isterseniz İtalya’nın Catania kentinden feribota da binebilirsiniz. Catania’dan Malta’ya giden feribotların yolculuk süresi ise yaklaşık dört saat.
Son olarak Malta da Schengen bölgesi dahilinde yer aldığından Schengen vizesi ile ülkeye giriş yapabilirsiniz.
İstanbul’dan Malta’ya aktarmasız uçuşlar mevcut. Uçuş süresi 2,30 saat. Erken alındığı takdirde gidiş dönüş 1000 TL’ye bilet bulabilmeniz mümkün.
Avrupa’nın mikro devletlerinden bu kadar!
Umarım size, bu ihtişamlı kimi zaman da rüyalar alemi tadında ülkeler hakkında keyifli bilgiler sunabilmişimdir.
Başka rehberlerde görüşmek üzere!
6) Pireneler’in Yamacında Bir Rüya: Andorra
İspanya ve Fransa sınırında uzanan Pirene Dağları’nın yamacında, yemyeşil bir ovanın ortasında bir mikro devlet. Yaz kış turizmiyle kendisine yüz binler çekiyor. Listemizin şimdiki adresi Andorra…
İspanya’nın Katalonya sınırının 10 kilometre kuzeydoğusunda yeşil bir vadide yer alır bu güzel ülke. Kimilerine göre Avrupa’nın en güzel başkentidir. Bir dağ ülkesi olarak anılır. Devasa mağazalara, tarihi taş evlere sahip olsa da şehrin en büyük turizm kaynağı kayaktır.
Fransa ve İspanya arasında yer alan ve her iki ülkenin dostluğunun bir simgesi olan Andorra 468 kilometrekarelik yüz ölçümüyle Avrupa’nın en küçük ülkeleri arasındadır. Farkındaysanız bu listede bahsettiğimiz bütün ülkelerin çok fazla ortak özelliği var. Bunların başında ise oldukça zengin ve vergi cenneti ülkeler olması geliyor. Andorra’da bu vergi cennetlerinden biri.
Peki nedir bu vergi cenneti tanımı? Vergi cenneti, çok düşük vergi oranına sahip ya da hiç vergi sistemi olmayan ülkelere deniyor. Bu ülkelerin hemen hemen hepsi zaten çok zengin ülkeler; halkın vergisine de ihtiyaç duymuyorlar. Andorra da hemen hemen bütün kazancını turizm üzerinden kazanıyor.
Bölge tarih öncesi devirlerden bu yana yaşanılan bir bölge olmuştur. Bilinen ilk yerleşenleri İberlilerdir. Roma İmparatorlu’ğunun çöküşünün ardından bölgeye Vizigotlar hakim olur. Müslümanlığın İber yarım adasına yayıldığı dönemlerde Müslümanların hakimiyeti altına girmiş ardından 803 yılında Frank ve Lombard kralı Şarlman tarafından alınmış ve imparatorluğa katılmıştır.
10. yüzyılda Katalan kültürünün etkisi altında kalmıştır. 1278 yılında Fransa’daki bir kontluğun İspanya piskoposluğu ile birleşmesi sonucu sınırları çizilmiştir ve bu tarihten beri bu sınırlar pek değişmemiştir. Fakat 1800’lerde Napolyon ile birlikte bölgede var olan feodal düzen yenilenmiştir.
İkinci Dünya Savaşı esnasında Almanya’ya savaş açan ülkelerden biriymiş Andorra. Fakat bilin bakalım ülkenin nesi yokmuş. Ordusu… Haliyle ülkede bir savaş durumu yaşanmamış. Günümüzde halen Andorra’da aktif bir ordu sistemi yok imiş.
Şu an bölge bir Prenslik olarak anılıyor. İspanya’nın bir şehri olan Urgell Piskoposluğu ve Fransa başbakanı tarafından ortaklaşa yönetiliyor. Prensliğin sahibi olarak bu isimler kabul ediliyor. Yani günümüzde Emmanuel Macron aynı zamanda Andorra Prensi.
Genel bilgilere bakacak olursak Andorra günümüzde euro kullanıyor. Bölgenin resmi dili Katalanca. Fakat İspanyolca, Fransızca ve Portekizce de bölgede sıklıkla rastlanan dillerden. Nüfus 80 bin civarı.
Gelelim gezilecek yerlere…
Andorra’nın en büyük kenti Andorre la Vella. 1023 metrelik bir yükseltiye sahip olduğundan Avrupa’nın çatıkatı olarak da tanımlanır. Andorre la Vella’nın en ikonik yapılarından biri 11. yüzyılda inşa edilen ve kültür mirası listesine dahil olan Església de Sant Esteve Kilisesi’dir. Şehrin bu simge yapısı Romanesk bir stile sahip olsa da 20. yüzyılda restorasyon edilerek modern bir görünüm de kazanmıştır. Fakat şehrin en eski kilisesi 8. yüzyılda inşa edilmeye başlanan Santa Coloma d’Andorra Kilisesi’dir.
Şehrin önemli tarihi noktalarından biri de taş bina Casa de la Vall’dur. Burası 1580 yılında zengin ve soylu bir ailenin evi olarak inşa edilmiştir. Fakat daha sonra 1702 yılından 2011 yılına kadar parlamento binası olarak kullanılmıştır. Günümüzde ise müze olarak ziyaret edilmektedir.
Andorra bir kayak merkezi olduğundan kış turizmi için çok turisti kendisine çeken bir spottur. Pirene Dağları’nın yamacında kurulduğundan dolayı çok fazla sayıda kayak pistine sahiptir. Ski Andorra ve Aransal and Pal Ski Area en ünlü kayak pistlerinin başında gelir.
Andorra taş binaları ve de köprüleriyle müsemma bir şehir. Sant Joan de Caselles ve de Sant Romà de les Bons Kiliseleri ile Pont de Sant Antoni de la Grella Köprüsü bu taş mimari örneklerinin başında gelir. Eğer biraz sanat isterseniz yine bir taş mimari örneği olan ve bölgenin nadide sanat müzelerinden olan Museo Carmen Thyssen Andorra’yı da ziyaret edebilirsiniz.
Son olarak Andorra’ya gittiğinizde mutlaka denemeniz gereken şeylerden biri de şehri boydan boya gezmenizi ve muhteşem bir oksijen fırtınası yaşamanızı sağlayacak sulama kanallarında yürüyüş yapmak. “Solá irrigation canal trail” olarak anılan bu patika yollar hem çok güzel bir şehir silüeti sunuyor hem de doğanın içinde yürüyebilmenize olanak sağlıyor.
Son olarak Andorra’ya ulaşım imkanlarından ve vize prosedüründen bahsedelim. Andorra için Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına bir vize sınırlaması getirilmemiş. Yani vizeye ihtiyaç duymadan bu ülkeyi ziyaret edebiliyoruz. Fakat bölgeye giriş yapmanın tek yolu İspanya ya da Fransa üzerinden. Yani anlayacağınız vizesizliğimizin bize bu noktada hiçbir faydası yok…
Toulouse’den 20 dakikalık bir taksi yolculuğu ile sınıra ulaşmak ardından sınırdan L4 numaralı otobüsle şehir merkezine gitmek Andorra’ya ulaşmak için sıklıkla tercih edilen yollardan biri.
7) İsmi gibi Lüks, Lüksemburg!
Listemize ilk olarak Almanya, Belçika ve Fransa arasında alan olarak ufacık etki olarak kocaman bir ülke ile başlıyoruz: Lüksemburg! İsmi gibi lüks, zengin, klas ve renkli bir ülke. Aynı isme sahip bir başkenti var.
Avrupa ülkesi vatandaşlarının vizeye ihtiyacı olmadan birbiri arasında dolaşabilmesinin dayanağı olan Schengen vizesi Lüksemburg’un bir şehri sayesinde bu ismi alıyor. Bu vize muafiyet antlaşması 1985 yılında, Lüksemburg’un en güneydoğusundaki Schengen şehrinde imzalanmış. Şehir, 3 ülke sınırında yer alıyor. İsmini verdiği bu önemli an için konumundan dolayı özellikle seçildiğini düşünüyor insan.
Lüksemburg tam bir kültür sentezi. Ülkede resmi olarak konuşulan üç dil var. Bunların başında 1984 yılında Almanca ve Fransızca’nın yanında resmi dil olarak kabul edilen Lüksemburgca geliyor. Aslında Almanca’ya çok benzeyen ve birçok ifadenin ortak olduğu bir dil bu. Fakat yine de çok sayıda farklılık da mevcut.
Ülkenin diğer resmi dilleri ise Fransızca ve Almanca. Okullarda bu üç dilin de eğitimi veriliyor. Ülkede yaşayan herkes günlük hayatta bu üç dili de kullanıyor aslında. Çok ilginç değil mi? E yanına bir de herkesin öğrendiği İngilizce’yi eklersek, Lüksemburg’ta doğan çocukları kıskanmamak elde değil.
Evet. Gelelim Lüksemburg’a ait önemli bilgilere. Ülkenin toplamı tam 2,586 kilometrekareden oluşuyor.
Daha iyi anlamak için bir karşılaştırma yapalım mesela. Örneğin İstanbul’un alanı 5,343 kilometrekare. Lüksemburg’un (ülke olan) nüfusu ortalama 600,000 civarı. İstanbul’un ise 16 milyon. Sanırım bu kadar karşılaştırma yeterli olmuştur.
Kapladığı küçük alana ve nüfusa göre Lüksemburg’da kişi başına düşen milli gelir oranı inanılmaz yüksek. IMF ve Dünya Bankası’nın verilerine göre Gayrisafi Milli Hasılat rakamlarında, Avrupa ülkeleri arasında bir numarada geliyor. Ülke bir ticaret merkezi. Uluslararası alanda işlev gösteren birçok şirketin buluşma noktası.
Lüksemburg ülkesinin başkenti yine aynı ismi taşıyan Lüksemburg şehri. Şehrin yüz ölçümü sadece 51 kilometrekare. Şaka gibi değil mi?
Şehir oldukça ilginç bir resme sahip. Kayalıklı tepelerin ve iki vadinin üzerine kurulmuş. Bu da şehre derinlik katıyor. Tepelerin ardında Alzette ve Petrusse Nehirleri de şehrin silüetini oluşturuyor.
Vadiler ve nehirler birçok köprüyle birbirine bağlanır. Lüksemburg’taki köprü sayısı bir hayli fazladır.
Gelelim gezilecek yerlere. Lüksemburg oldukça ufak bir alana sahip olduğundan aslında her yeri yürüyerek kısa sürede görebilirsiniz. Tabiki bir diğer seçenek de Avrupa’nın vazgeçilmezi olan bisikletler.
Şehir gerçekten iki seviyede deneyimleniyor. Yani kayalıkların üzerindeki kısım ve nehir seviyesi. Katlı bir saray gibi sanki. Üst kısımda eski şehrin güzel sokakları, müzeleri, restoranları ve alışveriş yapmak için ideal mağazalarını görürsünüz. Alt kısımda ise görünce dudaklarınızı ısıracağınız türden güzellikte evler, bahçeler, kanallar ve elbette bar ve restoranlar mevcut.
Şehrin en ikonik görüntülerinden birini Adolphe Köprüsü sunar. 1903 yılında açılmıştır ve 153 metre uzunluğundadır. Yaz aylarında yeşilliklerle çevrelenir.
Lüksemburg’un tek katedrali olan Notre Dame Katedrali, Rönesans esintileri taşıyan ve temelleri 1600’lerde atılmış bir yapıdır. Kısıtlı vaktiniz varsa ve tek bir dini yapı ile idare etmek istiyorsanız hemen buraya gidin.
Lüksemburg parlamenter sistemin yanı sıra sembolik olarak dükalık sistemi ile yönetiliyor. Bu yönetimin de asıl merkezi olan Grand Ducal Sarayı günümüzde Dük’ün görevlerini icra ettiği bir saray. 1572 ve 1795 yılları arasında belediye binası olarak işlev gören saray yıllar boyunca soylulara hizmet etti. Elbette İkinci Dünya Savaşı’nda Nazi Ordusu’nun bir karargahı olarak kullanıldı ve oldukça zarar gördü. Fakat günümüzde olanca ihtişamıyla ziyaretçilere kapılarını aralıyor.
Kısaca ‘Mudam’ olarak anılan Grandük Jean Modern Sanatlar Müzesi şehrin önde gelen sanat merkezidir. Cindy Sherman, Marina Abramoviç gibi çağdaş sanatçıların eserlerine sahip olan müze, sanatseverleri kendisine çekmektedir.
Şehrin ana meydanları Place d’Armes ve Place Guillaume özellikle yaz aylarında kafelerin sandalyelerinin sokaklarda rengarenk görüntüler oluşturduğu, çiçeklerin binalardan uzanarak içinizi ısıttığı anlara sahne olur.
Lüksemburg’ta elbette gezilecek çok daha fazla yer var. Bunun için de sizi bu minik ülkeyi gezmeye davet ediyorum. İstanbul’dan Lüksemburg’a direkt uçuş imkanı bulunmasa da Fransa üzerinden kısa bir tren yolculuğuyla kolayca aktarma yapabilirsiniz. Lüksemburg, Schengen vizesi ile ziyaret edilebilir.
Şimdiden iyi yolculuklar!