Tek Başına Seyahat Eden Kadın Gezgin: Sevil Mert İle Röportaj

0
1410

Güvenlik ve konfor endişeleri sebebiyle çoğu insan uzun süreli seyahat etmeyi tercih etmiyor. Hele de dünya turuna çıkmak sadece hayallerde kalabiliyor. “Tek başına” seyahate çıkmak ise imkansız olarak düşünülmesinin yanı sıra birçok insan için anlamsız gelebiliyor.

Bütün bunlara rağmen, Türkiye’nin hızla artan gezgin nüfusuna ne demeli? Kişisel bloglarından ve sosyal medya hesaplarından seyahatleri ile ilgili detayları paylaşan bu gezginler birçok kişiye ilham olabiliyor. Dünyayı keşfetmenin, insanın ruhunu doyuran ve yepyeni duyguları harekete geçiren bir hayat tarzı olduğunu düşünen bu gezginlerin arasında birçok kadın gezgin de var.

Özellikle kadınların tek başına seyahat etmesinin oldukça tehlikeli olduğunun genel olarak düşünülmesine rağmen bu gezginler için tek başına seyahat etmek, eşsiz bir özgürlük imkanı ve dünyayı anlamak için önemli bir yol. Kültür elçileri olarak araştıran, merak eden ve soru soran bu gezginler için seyahat etmek bir hayat tarzı.

8 Mart Dünya Kadınlar Günü için, 11 yıldan fazla bir süredir Çok Okuyan Çok Gezen blogunu yazan ve 60’dan fazla ülkeye seyahat etmiş olan Sevil Mert ile keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. Kişisel ve profesyonel olarak seyahat eden Sevil Mert, 20 yıllık kurumsal hayatını geride bırakarak dünyayı daha aktif bir şekilde gezmeye başlamış ve seyahate odaklanan bir kariyer kurmuş.

Seyahat planlaması, seyahat sırasında dikkat edilmesi gerekenler, seyahat maceraları ve çok daha fazlası için sohbetimiz yalnız gezmek isteyen kadınlara ve herkese ilham kaynağı olabilir. Sevil Mert’in enerjisi seyahatle ilgili önyargılarınızı bir kenara bırakıp korkularınızı atlatmanızı sağlayacak.

Blogumuza konuk olduğu için kendisine teşekkür eder ve bütün seyahatseverlere keyifli okumalar dileriz…

sevil mert röportaj

Biraz klasik bir soruyla başlayalım. Bilmeyenler için, Sevil Mert kimdir; Çok Okuyan Çok Gezen Blog nasıl başladı gibi sorulara kısa bir özet olarak cevap vermeniz mümkün mü? 

Tabii. Sevil Mert Burdur’da doğdu büyüdü. Üniversite için İstanbul’a geldim. 1997’de. Ondan sonra da İstanbul’da kalanlardanım ben de.

Ne okudunuz üniversitede? 

İşletme okudum, İstanbul Üniversite’sinde. Üniversitedeyken vardiyalı çalışmaya başladım. Bir taraftan okul bir taraftan iş. Üniversite bittikten sonra da çalışmaya devam ettim. Üniversite bittikten sonra, bu hem okul hem iş temposu azalınca biraz daha seyahat etmeye başladım. O seyahat virüsü böylece kanıma girdi (gülüyor). Sonra bir tatil, bir tatil daha derken artık bütün yıllık izinlerimi seyahat planı yaparak geçirmeye başladım.

Üniversitede başlamadınız o zaman seyahat etmeye? 

Üniversitede başlamadım çünkü benim üniversite hayatım çok yorucuydu aslında. Çünkü gündüz okula gidiyordum, akşam işe gidiyordum. Çok nefes alacak vaktim yoktu. Çok yorucu bir üniversite hayatı geçirdim. Hatta geçen hafta sonu Van’daydım; orada bir üniversite grubuyla tanıştım. O kadar hoşuma gitti ki. Ben sizinle takılmak istiyorum bundan sonra dedim (gülüyor).

Sevil Mert’in Van Gölü Ekspresi videosunu izlemek için tıklayınız. 

Ben de o yüzden sormuştum aslında. Çünkü şu an o kadar fazla imkan var ki üniversite öğrencileri için. Üniversitede gezmeye başlamak da mümkün. 

97 dediğimiz, yani bundan 20 küsür yıl önce… Benim üniversiteyi okuduğum dönemde gerçekten çevrede gezen kimse de yoktu. Ben kendi okulumu düşünüyorum; hali vakti yerinde olan insanlar dahi gezmiyordu. Bize Erasmus’la bir tane öğrenci gelmişti. Hepimiz ona uzaylı gibi davranmıştık (gülüyor). Siz yabancı mısınız gibi bir muhabbet dönmüştü. O kadar kimse bir yere gitmiyordu yani.

Bu gezme işi biraz aslında insanların görerek, birilerini örnek alarak başlamasıyla da çoğalıyor. Ama ben üniversiteyken yoktu. Şimdi üniversite öğrencilerine söylüyorum zaten. Gezin, çok fırsatınız var. Hem Erasmus öğrenci değişim programı gibi fırsatlar var; hem Interrail gibi daha ekonomik gezi fırsatları var. Hem öğrenci pasaportu almak daha kolay, daha ucuz; aynı şekilde öğrenci vizesi almak da daha kolay, daha ucuz. Bir sürü imkan var.

Ama ben üniversitedeyken gezmeye başlamamıştım. Yurt içinde geziyordum ama yurt dışına ilk kez üniversite bittikten sonra çıktım. İlk İtalya’ya gitmiştim. Ondan sonra da çorap söküğü gibi geldi.

Seyahat ediyorum, bir yerlere gidip geliyorum. Herkes bir şey sormaya başladı, çevremdeki insanlar hep, “Sevil, ben de İtalya’ya gideceğim. Napayım, nereye gideyim. Nerede kalayım?” gibi sorular soruyordu. Ben turla da gitmiyordum. Kendim gidiyordum, kendi seyahatlerimi kendim organize ediyordum. Öyle olunca insanlar senden daha çok öneri, tavsiye almak istiyor.

Tabi eskiden şimdiki gibi de değildi. İnternet yaygın değildi ve bloglar, Instagram hesapları yoktu. Araştırma yapmak da daha zordur. Siz nasıl yapıyordunuz?

Daha çok rehber kitaplardan ya da İngilizce kaynaklardan. Türkçe kaynak neredeyse hiç yoktu. Çok Okuyan Çok Gezen zaten Türkiye’nin en eski seyahat bloglarından bir tanesi. Zaten 10 tane kadar vardı ben blogu açtığımda. O eskilerden de geriye kalan bir elin parmaklarından da az bu arada. Onu devam ettirmek de kolay değil; o motivasyonu sürekli sürdürmek de kolay değil.

Bu sorulan sorulara ben önce uzun e-posta cevapları yazıyordum. Ya da şu an yaptığımız gibi buluşuyorduk; onlara rota çiziyordum. Şuraya gidin şeklinde. Baktım, bu iş de çok vaktimi alıyor, ve çok da soran insan var. İnsanların böyle bir şeye ihtiyacı var. Ben bunları bir bloga dönüştüreyim dedim. O zamanlarda, SevilMert.com, gibi kendi isminle blog açmak modası vardı. İnternetin Türkiye’ye ilk geldiği zamanlar gibi düşünebiliriz. Ama ben öyle standart bir blog ismi istemedim. İlkokuldan itibaren bütün münazaralarda çok sorulan bir soru vardır ya, “çok okuyan mı bilir yoksa çok gezen mi?” şeklinde. Hadi dedim, hem çok okuyan bilir, hem çok gezen bilir olsun. Çok Okuyan Çok Gezen blogu öyle başladı.

Önce çok basit bir blogtu. Gerçekten o e-posta cevaplarını sayfaya yapıştırıp yayınlamıştım. Sonra, baktım insanlar okuyor gerçekten. Biraz bloga çekidüzen vereyim dedim. Daha düzgün bir altyapıya geçirdim. O gün bugündür yazmaya devam ediyorum. 11 seneyi geçti. Çok Okuyan Çok Gezen devam ediyor.

O sırada Türkiye’de internet gelişti. Sosyal medya gelişti. Önce Facebook, sonra Instagram, şimdi Youtube derken, o kanallarda da var olmaya çalışıyorum bir taraftan. Öyle devam ediyor.

İlk gezmeye başladığınızda tek başınıza mı seyahat ediyordunuz?

İlk başladığımda da tek başıma seyahat ediyordum. Çünkü yanıma yol arkadaşı bulamıyordum.

Bulmak da zor aslında, değil mi? Plan yapıp herkese uygun bir gezi düzenlemek kolay değil. 

O zamanlar insanlar gerçekten çok da gezmediği için, arkadaşlarımı ikna etmeye çalıştım. Kimisi pasaportum yok diyor; kimisi yurt dışına çıkmak çok pahalı diyor. Ben kendim gideyim o zaman dedim. Gerçekten ilk kez kendi başıma gidince, korkulacak hiçbir şey yokmuş; ben bunu yapabiliyormuşum duygusuna zaten bir kere kavuşunca ondan sonra kimseye ihtiyacın olmuyor. Evet, arkadaşlarımla, eşimle seyahat etmeyi çok seviyorum. Ama hala tek başıma seyahat etmeyi çok seviyorum. O başka bir özgürlük; başka bir seyahat şekli.

Genel olarak kadınlar tek başına seyahat etmeye çekiniyor denir. Ama aslında çoğu insan aynı şekilde hissediyor. Böyle bir korku var insanlarda; yalnız kalmaktan, zorluk çekmekten, genel olarak tek başına seyahat etmekten çekiniyorlar. Seyahat etmek isteyen kadınlar ve erkekler bu korkularını nasıl aşabilir? 

Hatta bence kadınlar o açıdan daha avantajlı, çünkü biz daha sosyal varlıklarız. Bir yere gittiğimizde, daha kolay insanlarla iletişime geçebiliyoruz.

Bir de, kadın olmanın şu anlamda çok büyük avantajı var. Bizim empati yeteneğimiz çok daha gelişmiş. Dolayısıyla, kendimizi tehlikelere karşı koruyabiliyoruz. Karşımızdaki insanın tehlikeli olup olmayacağını anlayabiliyoruz.

Ben çok fazla tek başına seyahat eden kadın ve erkek blog yazarı takip ediyorum. Kadınlara bakıyorum, başlarına hiçbir şey gelmezken, erkeklerin başına hırsızlık, gasp bir sürü bela gelebiliyor.

Çünkü biraz da kendilerine daha fazla güvendikleri için muhtemelen daha fazla risk alıyorlar. Biz daha o anlamda tedbirliyiz. Genel olarak konuşuyorum; bireysel olarak yorumlamıyorum bunu. Kadın cinsi açısından. Hayat boyu sürekli kendini koruma içgüdüsüyle yaşadığı için kadın, seyahat ederken de aynı şekilde davranıyor. O yüzden daha az tehlike altında bence tek başına seyahat eden kadınlar.

Müze gezmek de seyahat tutkusunu artırır mı? Başlangıç olarak kabul edilebilir mi? 

Müzeler, tarih, coğrafya. Bir şeylerin çocuk yaşta size sevdirilmesi lazım. O da aslında keşfetme dürtünüzün gelişmesi demek. Bilim, sanat, bu tarz şeylere ilgi duyarsanız seyahat etmek de istiyorsunuz aynı zamanda. Yoksa hiçbir şeyle ilgilenmeden öyle geçip gidersiniz hayattan.

Çocukluğunuzda sizi bu konuda etkileyen, seyahat tutkunuzun oluşmasına sebep olan birileri var mıydı? 

Ben ailem açısından çok şanslıydım. Çok okuyan, kendileri de meraklı, gelişime açık bir aileydi. Beni de öyle yetiştirdiler. Ben çocukken legolarla değil, kitaplarla oynuyordum. Bir sürü atlasımız vardı mesela evde. O atlasların üzerine hunharca resim yapardık. Hep haritalarla büyüdüm; hala da harita çok severim. Onlar mutlaka etkili olmuştur.

Bir de benim çocukluğumda, karakterime yön veren,beni büyüten, şimdi rahmetli olan bir ninem var. O benim özgür ruhumu en çok besleyen insan. Ben çocukken, o beni bırakırmış; ben önden gidermişim, o arkadan beni takip edermiş. Çocukların normalde elini tutarlar ya uzaklaşmasın diye. O hep benim arkamdan gelirmiş. Yani kendi yolumu kendim bulmamı sağlamış. Bence bu çok önemli bir şey. Bir çocuk için de, bir yetişkin için de. İnsanın kendi yolunu bulması çok değerli bir şey. Ninem o anlamda, belki bilerek belki bilmeyerek, bana çok fayda sağladı.

Ailem memurdu; yaz aylarında biz sürekli Türkiye’de gezerdik. Ben Türkiye’deki antik kentlerin çoğunu çocukluğumda gezdim. Burdur’da mesela Sagalassos diye bir antik kent var; daha yeni popüler oldu ama benim daha küçücükken orada fotağraflarım var. O zamanlar inanılmaz etkilendiğimi hatırlıyorum. Çok az hatırlıyorum tabii. Ama devasa bir antik tiyatrodasın ve sen küçücüksün. Oradaki duyduğum heyecan hala içimi kıpırdatıyor. Bunların hepsi herhalde bugüne zemin hazırladı. Hepsi arka arkaya birinin kişiliğinin gelişmesine sebep olan şeyler.

“Özgür ruhlu olmak” o halde hem doğuştan gelen bir özellik; hem de çevremiz sayesinde sonradan da geliştirdiğimiz bir yönümüz.

Evet, bu bizim genlerimizde de var aslında. Biz göçebe bir toplumuz ve sürekli yer değiştirmek aslında biraz genlerimizden de geliyor. Bu durum, çocukluk, sonra zamanla kendini geliştirme, sonra çevrenden etkilenme derken hepsi bir araya geliyor.

Yalnız başınıza gezerken en çok hangi ülkelerde rahat ettiniz? Ya da en tehlikeli bulduğunuz, en rahatsız hissettiğiniz ülkeler hangileri oldu? Türkiye’den bir yer de olabilir tabii. 

Belki çok büyük bir laf olacak ama, yalnız gezerken gerçekten çok tedirgin hissettiğimi hiç hatırlamıyorum. Genelde tedbir alıyorum. Bir yere gittiysem, mesela Afrika’da bir yere gitmişsem ve insanlar belli bir bölge için, “bu bölgede gece dışarı çıkmak güvenli değil” diyorsa mutlaka tedbirli davranıyorum. Çıkıyorsam bile, mutlaka birilerine haber veriyorum; kaldığım hostele olabilir, eşime,anneme, nerede olduğumu ve nereye gideceğimi mutlaka haber veriyorum, onları bilgilendiriyorum.

Biraz tedbirli olmak ve uyarılara dikkat etmek gerekiyor. Gittiğim her yerde, özellikle de güvenli olmayan bir bölge olduğu söyleniyorsa, mutlaka insanlara sorarım. Burada nerelere gidelim, neresi güvenli neresi değil, akşam çıkmak güvenli mi, neresi daha tehlikeli gibi konularda bilgi alırım. Çok tehlikeli bölgelere girmemeyi tercih ediyorum. O yüzden tedbir alıyorum.

Peki, eşyalarınızı nasıl koruyorsunuz? 

Çok büyük bir yükle gitmiyorum ve çok değerli eşyalarımı yanımdan ayırmıyorum. Genelde küçük bir sırt çantası elimde oluyor.

Kendimi çok güvensiz bir hissettiğim bir yer aslında yok.

İnsanların güvenlik endişesi benim en anlayamadığım durumlardan birisi. Afrika’ya gitmekten korkuyoruz; güvenlik sorunu var diyorlar. Halbuki Afrika’daki birçok ülke, Türkiye’den daha güvenli olabiliyor. Onlar bizim biraz önyargılarımız; ben o önyargı ceketini çıkarmayı uzun zaman önce öğrendim. O yüzden o da benim için büyük bir avantaj büyük ihtimalle.

Bu arada 60’dan fazla ülkeye gittiniz. Bütün kıtalara ayak bastınız mı? 

Bir tek Kuzey Amerika’ya gitmedim henüz. Bir de Antartika, bir de Avustralya. Baya gitmemişim aslında. Daha gezecek çok yer var (gülüyor).

Çok okuyan mı çok gezen mi daha çok bilir tartışmasına, ikisi birden diyerek cevap vermiş oldunuz blogunuzla. Peki önerdiğiniz seyahat kitapları var mı? Örneğin, sadece rehber kitap olarak değil, seyahat duygusu ve felsefesini de daha iyi anlayabileceğimiz kitaplar olabilir. 

View this post on Instagram

A post shared by Çok Okuyan Çok Gezen🎈 (@cokokuyancokgezen) on

Var, tabii. Alain de Botton’un Seyahat Sanatı diye bir kitabı vardır. Aslında bütün gezenlerin de el kitabı şeklinde. Onu ben yıllar önce, ilk yollara çıktığımda okumuştum. O herkese takip ettiğim kitaplardan bir tanesi.

Aslında ben daha geriye gidip 80 Günde Devr-i Alem gibi kitapların, insanların yeni yerler keşfetmesi için bir motivasyon sağlayabileceğini düşünüyorum. Jules Vernes’in kitaplarını çok değerli buluyorum. Dünya’nın Merkezine Yolculuk da mesela, “acaba gerçekten böyle bir yer var mı?”, sorusunu insana sorduruyor. O yüzden bence en erken onlarla başlanmalı.

Çok fazla seyahat rehberi yazanlar var ama seyahat rehberleri bende gezme motivasyonu uyandırmıyor. Bu çok bana özel bir durum. Ben bir yere gideceksem, o seyahat rehberi tadında yazılmış kitapları alıyorum ve gezilecek yerler açısından inceliyorum. Bir fikir veriyor ama seyahat felsefesiyle alakalı çok değer kattıklarını düşünmüyorum. Çünkü edebi değerleri yok. Edebi olmayınca sizi etkilemiyor. Ruhunuza işleyemiyor.

Mesela doğayı anlatan kitaplar bende seyahat etme isteğini tetikler. Hep gerilere gidiyorum ama Yaşar Kemal’in kitaplarını okuduğumda hep o anlattığı coğrafyayı görmek arzusuyla yanıp tutuşurdum. İnce Memed‘i okurken o Adana’daki ovalar nasıldı acaba diye onları hayal ediyordum.

Ben seyahat kitaplarından daha çok, okuduğum diğer kitaplardan etkilenip seyahat ediyorum belki biraz. Orada geçen bir bölüm ya da bir paragrafta geçen bir yer ama beni alıp götürmeye yetiyor.

Bence insan okuyabileceği kadar çok kitap okumalı; insanın inanılmaz ufkunu açan bir aktivite. Ve o kitaptan ne alacağın da çok kişisel bir şey. Kimisi kitabı okuduğunda, hikayedeki o insanın ruhuna giriyor; onunla beraber hareket ediyor. Ama ben bir kitabı okurken, genelde o kitabın geçtiği yerleri hayal etmeyi daha çok seviyorum. Belki ben gezmeyi sevdiğim için o gözle okuyorum.

Fotoğraf tutkusu da çok benzer aslında… 

Evet, bir fotoğraf gördüğünüzde, onun da peşine düşebiliyorsunuz. Ama ana tema olabildiğince çok okumak olmalı. 

Mesela, eğitim sistemimiz dolayısıyla kimse tarih sevmez. Ama tarihi çok güzel anlatan kitaplar var. Onları okuyup yola çıktığınızda geçmişi daha iyi anlıyorsunuz ama ilkokuldaki tarih kitaplarınızdan aklınızda kalan hiçbir şey olmuyor.

Okumanın şöyle bir avantajı da var; okumak sayesinde kültürler arası bağlantı kurabiliyorsunuz. Şu an neden Amerika, Avrupa daha gelişmiş bir medeniyete sahip de; Uzak Doğu ya da Orta Doğu neden bu durumda görmek için çok önemli.

Aslında kendi coğrafyamızı da daha iyi anlayabilmek için başka coğrafyaları da keşfetmemiz gerekiyor. 

Geçmişi tanımamız lazım. Çevremizi, komşularımızı tanımamız lazım. Ondan sonra bir çıkarım yapabiliyorsun. “Ben nereden geldim?” sorusunu sormak gerekiyor. Orta Asya’dan böyle bir yoldan geçtim ve Anadolu’ya kadar geldim. Bunu seyahatle de birleştirince o kadar net görüyorsunuz ki, Türkiye gerçekten bir köprü. Avrupa’dan Orta Asya’ya doğru gittiğinizde, o köprünün kültürel anlamda nasıl bir sürü kültüre dokunup bu noktaya geldiğini çok net görüyorsunuz.

İnanılmaz, gerçekten. Moğolistan’a gidiyorsunuz; sizin gibi peynir yapıyorlar. Binlerce kilometre ötede ayn dil ailesine üyeyiz, Ural-Altay dil ailesi. Biz onlar kadar kolay Moğolca öğrenemiyoruz ama onlar çok hızlı Türkçe öğreniyorlar mesela.

Bu tarafa geldikçe, Türki cumhuriyetlere geliyorsunuz, zaten o kadar benzer kültürler, alışkanlıklar, gelenekler var ki, inanamıyorsunuz. Fiziksel olarak size hiç benzemeyen, ama anlaşılabilir bir Türkçe konuşan ve çok benzer kültürlere sahip insanlarla tanışıyorsunuz.

Orta Doğu’ya iniyorsunuz; Arap mutfağı bizim Doğu, Güneydoğu Anadolu mutfaklarının nasıl Orta Doğu’da gelişip bizim bu tarafa doğru geçtiğini görüyorsunuz.

Gürcistan da benzer. O kadar çok her yerden bir şey toplamışız gibi. Kars‘a gidiyorsunuz; Ruslar orada 40 sene yaşamış, bütün Kars’ın kaderine yön vermiş aslında. Bunları okumadan, kuru kuruya giderseniz, yine gidebilirsiniz tabii; sadece doğasını görmüş olursunuz. Ama orada ne olduğunu bilmeden, boşu boşuna gezmiş olursunuz. Güzelliğini övüp dönmüş olursunuz. Onun içini doldurmak lazım. Ruslar neden gelmiş; neden Hollanda’dan mimarlar getirtip orada bir şehir oluşturmuşlar. Oradaki şehirleşmenin izleri, o binalar hala duruyor. Sadece 40 yıl kalmak için öyle bir medeniyet kurmazsınız orada. Orada uzun süreli yaşamak için gelmişler. Sahiplenmişler ve kendi kültürlerini oraya yerleştirmek için çok çaba harcamışlar. Ve hala Kars’ın peynirlerinin meşhur olması bu kültüre dayanıyor. Hepsi birbiriyle zincirleme bağlı. Bunları öğrenmek için gerçekten okumak, araştırmak, ya da bilen birileriyle beraber seyahat etmek lazım.

Ya da en azından döndükten sonra akla takılan soruların araştırılması lazım. 

Evet, aslında. Ben de gezginlerle röportaj yapıyorum ara sıra, birçoğu döndükten sonra daha çok okuduklarını söylüyor. Orada gördüğün belli konularda derinleşme ihtiyacı duyuyorsun.

Daha yeni Van’da Akdamar Kilisesi’ne gittik. Orada her sene Eylül ayında yortu yapılıyormuş. Neden Eylül’de? Neden yortu? O yortu neden orada yapılıyor? Şu anda ciddi ciddi Ermeni Hristiyanlığı çalışıyorum; içinde kayboldum (gülüyor). Çünkü orayı çok sevdim. Tamam orada bir Ermeni kilisesi var; bir süre orada yaşamışlar; evet onu bir şekilde öğreniyorsun; biliyorsun ama bir adım sonrasına geçmek için dönünce dersine çalışmaya, araştırmaya devam ediyorsun.

Hiç bitmeyen bir öğrenme süreci aslında, değil mi? Yaşamboyu öğrenmeye sebep oluyor. 

Kesinlikle, seyahat etmenin bence en güzel yanı o. Sürekli hayat öğrencisisin. Her an yeni bir şey öğreniyorsun. Yeni insanlarla tanışıyorsun, yeni lezzetler tadıyorsun. Mesela Uzak Doğu’ya gidiyorsun; adını sanını hiç duymadığın meyveler tadıyorsun.

O yüzden sürekli temiz bir sayfa açmak gibi. Ben seyahat etmeyi şuna benzetiyorum,  üniversiteyi yeni bitirdin; çalışma hayatına atıldın ve teoride bir sürü şey biliyor olmana rağmen pratikte hiçbir şey bilmediğini fark ettin. Seyahat etmek de ona benziyor. Bir sürü şey okuduğunu, bildiğini sanıyorsun ama yola çıkınca o bildiklerinin, öğrendiklerinin ne kadar az olduğunu, aslında hayatın bambaşka açılımları olduğunu görüyorsun. Bambaşka hayatların olduğunu görüyorsun. Kendini çok şanslı görüyorsun, özellikle az gelişmiş ülkelere gittikçe. Elindekinin kıymetini bilmeyi öğreniyorsun. Ne kadar şımarık yaşadığımızı fark ediyorsun. Çok daha azla yetinmeyi öğreniyorsun. Doğaya ne kadar hunharca davrandığımızı görüyorsun.

Tabii, biraz bakmak ve görmek meselesi de. Herkes bunları böyle görmüyor olabilir. Gerçekten, herhangi bir ülkeyi kötülemek istemiyorum ama mesela Amerikalılarla karşılaşıyorsunuz. Birçoğu o kadar kendini dünyanın merkezinde kendisini görüyor ki, umrunda değil geri kalan insanlar. Örneğin Etiyopya’da bir süre bir Amerikalı ile seyahat etmek zorunda kaldım. Etiyopya çok fakir bir ülke; gördüğünüz her şeyden çok etkileniyorsun. İçin cız ediyor. Amerikalı ise o kadar umursamazdı ki. Çevresine saygısı yok. O insanlara saygısı yok. O kültüre saygısı yok.

Peki, bütün bunları bütçeye nasıl bağlayabiliriz? Seyahat etmek için çok mu para lazım? Mesela Etiyopya gibi çok da turistlerin gitmediği yerlere gitmek için. 

Mesela Etiyopya’ya gitmek için ciddi bir bütçe lazım. Çünkü özellikle bir yabancıysanız, Afrika’da seyahat etmek çok pahalı. Afrika genel olarak pahalı. Ulaşım da pahalı, orada bir yabancı olarak konaklamak, yemek içmek de pahalı.

Mesela Moğolistan’da ben 3 tane Moğolla seyahat ettim. Aynı yerde kalıyoruz, ger denen çadırları var Moğolların. Dördümüz aynı çadırda kalıyoruz. Onlardan 20 lira alıyor; benden 80 lira. “Hepimiz aynı çadırda kaldık, neden benden daha fazla para aldın?” diye sorduğumda, “Sen yabancısın, senin paran vardır,” diyor. Böyle bir gerçek, ne yazık ki, hala var.

Daha yerel alışkanlıklara göre yaşayıp daha ucuza getirme şansı da var tabii ama bu son zamanlarda popüler hale gelen “parasız dünya turu” kavramını çok da desteklemiyorum açıkçası. Seyahat etmek ve gittiğin yerin de hakkını vermek için her zaman bir miktar paraya ihtiyacın var. Bu bir servet değil. Seyahat etmek insanların zannettiği kadar pahalı bir aktivite değil. Ben her seyahatimden döndükten sonra bütçemi paylaşıyorum. İnsanlar şaşırıyorlar, “Biz bununla 3 gün Antalya’da tatil yapıyoruz” diyorlar. Bütçe durumu ne istediğine bağlı, neyi nereye harcadığına bağlı.

Ben genelde hostellerde kalıyorum, özellikle tek başıma seyahat ederken. Olabildiğince ekonomik yaşamaya çalışıyorum. Orada da geçirdiğim süre zarfında. Öğlenleri sokak yemekleri yiyorum. Akşamları oraya özgü bir şey varsa gidip onun tadına bakıyorum. Bu şekilde bir denge kurmaya çalışıyorum. Ekonomik seyahat etmek mümkün; seyahat etmek sanıldığı kadar pahalı bir şey değil. Ama seyahat etmek için paraya ihtiyaç var mı, evet var.

Bu arada yolda çalışan da çok fazla insan var. Artık uzaktan bir sürü çalışma fırsatı var. Ben de artık öyle çalışan bir insan olarak sayıyorum kendimi. Uzaktan bir sürü iş yapabilirsiniz; yolda hostellerde çalışan bir sürü insan var. Yolda bileklik satarak gezen bir sürü insan var. Benim bir arkadaşım, kahve falı bakarak dünyanın yarısını gezdi. Yani, gezmek istiyorsanız, bir çözüm buluyorsunuz.

Ama beş parasız dünya turu bence gerçekçi değil. Bir de öyle seyahat edince birçok şeyden vazgeçiyorsunuz. Bir milli parka gireyim diyorsunuz, giriş 25 dolar. Hadi bakalım, beş parasız gez. Oraya kadar gitmişken o milli parka girmeyecek miyim? O zaman niye seyahat ediyorum? Bunlar hep birbiriyle ilişkili. Ben hiçbir şeyden eksik kalmadan olabildiğince, gittiğim yerde görmem gereken her şeyi çok göreyim, ama diğer lükslerimi de en aza indireyim gibi bir felsefeyle yaşıyorum. O yüzden de çok paraya gerek yok.

Bir akşam İstanbul’da yediğiniz paraya çok rahat Balkanlarda birkaç gün geçirebilirsiniz. Ya da Uzakdoğu’da geçirebilirsiniz. Bir de mesela ben ilk seyahat etmeye başladığımda, uçak biletleri çok pahalıydı. Şimdi o kadar havayolu şirketi, alternatifi var ki sürekli kampanyalar yapılıyor. Ben eskiden Burdur’dan İstanbul’a uçakla gelemezdim. Çok pahalıydı. Şimdi günde 5 tane sefer var. Bu anlamda, eskiye kıyasla çok daha kolay seyahat etmek. Ya da mesela 100 liraya Türkiye’yi boydan boya trenle geçebiliyorsunuz. Sadece vize çok pahalı, ona çok bozuluyorum. Döviz de çok arttı. O yüzden ben bir dönem mesela hep vizesiz ülkelere gittim.

Evet, vizesiz de gidebileceğimiz 100’den fazla ülke var. 

Aynen. Gezmek istedikten sonra, bir yolunu buluyorsunuz. Ya da yakın çevremizde vizesiz, ekonomik bir sürü ülke de var. Balkanlar, Gürcistan, Ukrayna, eskiden Suriye. Suriye şu an gitmek için çok uygun değil ama savaştan önce ben gitmiştim. İran aynı şekilde; İran muhteşem bir medeniyet ve şu an inanılmaz ucuz. Üstüne bir de komşumuz; Van’dan trenle geçebiliyorsunuz. Kültürel olarak da çok yakın bir kültür. İran’ın kuzeyinin %80’i Türkçe konuşuyor. Dil sorunum var, bütçem yok, bunların hepsi aslında mazeret. Türkiye’de günlük harcadığınız parayla, İran’da çok rahat uzun süre seyahat edebilirsiniz, rahat rahat, geniş geniş seyahat edersiniz. O mazeretleri bir kenara bırakmayı öğrenmemiz lazım; asıl mesele o.

Dil öğrenmek için de seyahat edilebilir. 

Pratik yapmak için bulunmaz bir nimet. Hiç dil bilmeden yola çıktığınızda dili o kadar iyi öğrenemeyebilirsiniz. Ancak sizinle ortak dilleri konuşan birilerinin de yanınızda olması gerekebilir. Hem Türkçe hem İngilizce konuşan birileri olursa daha kolay olabilir. Ama çat pat zaten bir zemininiz varsa, pratik için, o dilinizi geliştirmek için çok büyük bir fırsat.

Hostellerde veya çadırda kalıyorsunuz genelde. Konaklama zorlayıcı oluyor mu?

Çadırda da kalıyorum; hostelde de kalıyorum. Konaklama benim için şöyle, temiz bir yer olsun. Hiçbir lükse ihtiyacım yok. Güvenlik problemi olmasın. Her yerde uyuyabilirim.

Van’dan Van Gölü Ekspresi‘yle döndük, bir arkadaşımla beraber. Sabah uyandım, nasıl mışıl mışıl uyumuşum. Dünyanın en güzel uykusu. Arkadaşıma nasıl uyuduğunu soruyorum; o mesela gürültüden bir dakika bile uyuyamamış meğer.

Ben her yerde uyuyabilirim. Uçak, çadır, hostel. Mesela hostellerde çok kalabalık odalarda kalıyorsunuz; sürekli bir gürültü oluyor. Hiçbir şey olmazsa horlama gürültüsü oluyor. Hiçbirini duymuyorum; mışıl mışıl uyuyorum.

Çadırı şu anlamda çok seviyorum. Doğayla içiçe bir konaklama şekli. İstediğiniz yerde, ağaçların altında, ormanda bir yerde kalabiliyorsunuz. Doğayı çok sevdiğim için o konaklama şeklini de seviyorum. Bir de, çok pahalı ülkelerde, mesela Norveç’te, İzlanda’da, hep çadır konaklaması yaptık. Gerçekten bütçemizi çok aşağıya çekti. Çünkü normalde, en ucuz otelde, kişi başı 50-60 Euro vermeniz gerekiyor. Çadırda 10 Euro ile halledebiliyorsunuz. Hem ekonomik hem de doğayla içiçe olması açısından çok güzel. Ama İzlanda’da ilk gece, o kadar hava soğuktu ve fırtına vardı ki, çadırda kalmak doğru bir karar mıydı diye sorguladık (gülüyor). Çadır uçuyordu, çok fazla rüzgar vardı. Ama bu bizim hatamız olmuş; çadırı kurduğumuz yer çok rüzgarlıymış. Mesela ertesi gün ders aldık, oradan daha korunaklı bir yerde çadır kurduk. Mis gibiydi. Ama ilk gün, İzlanda’nın rüzgarıyla tanıştık.

Herkes ilk aşamada yapamayabilir. Çünkü insanların belli bir konfor standartları var. Çok yumuşak yatakta yatamam, çok sert yatakta yatamam gibi standartlarınız varsa benim gibi konaklayamazsınız. O hostellerde nasıl yataklarda kaldığımı bilmiyorum. Yumuşak, sert fark etmiyor; bulduğuna şükrediyorsun bazen. Bir de o kadar çok yoruluyorsunuz ki, zaten çok derin uyuyorsunuz.

Ama zamanla bu gelişiyor. Ben de ilk yola çıktığımda hep otellerde kalıyordum ve çok ciddi miktarda harcama yapıyormuşum. Zamanla konaklamaya bu kadar para vermek yerine o parayı başka bir şeye ya da bir sonraki seyahatime harcayabileceğimi fark ettim. Artık bir yerden sonra kafa hep öyle çalışmaya başlıyor. O otele 60 Euro vereceğime, aynı parayla başka bir uçak bileti alırım ve başka bir yere daha gitmiş olurum diye düşünüyorum. Zihin öyle çalışmaya başlayınca zaten konfor, rahat yatakmış falan onları yavaş yavaş unutmaya başlıyorsunuz.

Bir tür kendini test etme durumu gibi. Zihinsel ve fiziksel olarak sınırları mümkün olduğunca zorlamak gibi. 

Özellikle kendimi zorlayayım diye bir yoldan gitmedim. Ama yavaş yavaş, bize göre çok kötü durumda yaşayan insanları gördükçe, bizim çok lüks içinde yaşadığımızı fark ettim. Ben artık bir şey alırken 50 kere düşünüyorum. Gerçekten buna ihtiyacım var mı, yoksa bu bir lüks mü diye. Çünkü beynimiz o kadar çok hunharca tüketmeye alışmış ki. Ondan vazgeçmemiz, kendimizi terbiye etmemiz çok kolay olmuyor. Benimki de kolay olmadı.

Ama benim yaklaşımım, kendimi zorlayayım bakış açısından daha çok, buna ihtiyacım var mı gerçekten, bakış açısıydı. O kadar para harcamaya gerek var mı; öyle bir lükse ihtiyacım var mı. Uyumak için sadece bir şilte yetmiyor mu aslında? Kampa gidiyoruz, hayatımın en rahat uykularını o matın üzerinde geçiriyorum.

Gerçekten o kadar lüks odalar, lüks hayatlar ihtiyacımız var mı diye sorguladım. Bunu yaparken kendi hayatımı da sürekli basitleştirdim ama bu belki toplamda 10 seneye yayılmış bir süreç. Birden bir aydınlanma yaşadım gibi bir şey değil. Nefsimizi terbiye etmek çok kolay bir şey değil. Hala da o süreç benim için devam ediyor. Hala şımarık isteklerimi zapt edemediğim durumlar oluyor.

Hayattaki her duruma bir yolculuk gibi bakıyorum. Yeni bir hayata adım attığınızda, evlendiğinizde, yeni bir işe başladığınızda, bunların hepsi aslında bir yolculuk ve bu yolda giderken bir sürü şey öğreniyorsunuz. Kaza yapıyorsunuz, tepetaklak oluyorsunuz, toparlanıyorsunuz; bazen toparlanmanız çok uzun sürüyor. Sevgilinizden ayrılıyorsunuz; o yolda iyice tökezliyorsunuz. Hepsi hayatın içinde sizi besleyen, büyüten yollar aslında. O yüzden, benim için, hayatın kendisi bitmeyen bir yolculuk.

Şu anda İstanbul’da yaşıyorsunuz. İstanbul’da yaşamak diğer şehirlere kıyasla nasıl bir duygu? Zorlanıyor musunuz? Ya da hiç başka yerlerde yaşamayı düşündünüz mü? 

Çok düşündüm. İstanbul gelip gezmek için muhteşem bir şehir. İstanbul’a özellikle yurt dışından gelip de aşık olmayan kimseyi tanımadım henüz. İstanbul’da turist olmak gerçekten çok güzel ama yaşamak çok zor. En az 20 milyon belki daha fazla insanın yaşadığı bir şehirden bahsediyoruz. Ve o 20 milyon insan sürekli sokaklarda, sürekli trafikte, ve mutsuz. Öyle bir sıkıntı var.

Bence İstanbul’un asıl sorunu çok büyük bir negatif enerjiyle yüklü olması. Herkes bir yerlere yetişmeye çalışıyor; herkesin bir stresi var. Özellikle İstanbul’a, benim gibi sonradan gelmiş insanların, benden de daha fazla bir hayatta kalma mücadelesi var. Bu da herkesi çok gergin,stresli ve mutsuz yapıyor. Yolda insanların yüzüne baktığınızda mutlu insan göremiyorsunuz. Herkesin suratı asık. Bu durum beni çok rahatsız ediyor. Bir sürü fakir ülkeye gidiyorsun, ama biriyle göz göze geldiğinizde hemen sana gülümsüyor. Bunun parayla pulla ilgisi yok. İnsanların mutluluğu arama bulma, mutluluğu nerede, neyde aradığını bilmeme gibi sorunları var.

O yüzden uzun süre İstanbul’da yaşamayı düşünmüyorum. Ben Burdurluyum, eşim Denizlili. İşte oralarda bir Akdeniz şehrine doğru gitmek gibi bir niyetimiz var. Ne zaman olur bilmiyorum ama birkaç senemiz daha var muhtemelen. Ama İstanbul’da uzun süre yaşamak istemiyorum. Öğrenciyken çok güzeldi. 5-6 senesine öncesine kadar daha güzeldi. Her sene artık daha da kalabalıklaşıyor ve daha mutsuz insanlar şehri haline geliyor. Kars’ı gezdim; Van’ı gezdim. Sonsuz, ıssızlık, daha az kalabalık, mutlu insanlar gördüm. İstanbul’a geldim; Sabiha Gökçen’den eve ulaşmam 3 saat sürdü trafikten dolayı (gülüyor)

O zaman şehir dışına çıktığınızda İstanbul’u özlemiyorsunuz? 

Özlemiyorum; eskiden özlerdim. İstanbul’u özleyerek dönüyordum bir yere gittiğimde. Artık hiç özlemiyorum. Artık üzülerek geri dönüyorum. “Yine geldik buraya,” diyerek dönüyorum (gülüyor).

Gezilerinize ek olarak gezi danışmanlığı da yapıyorsunuz. Gezi danışmanlığı nedir?

İşin en basit tabiriyle, ben seyahat etmek insanlara yol gösteriyorum. Bunun birkaç parçası var. İlk olarak, benim o ilk yurtdışına çıktığım dönemlere benzer olacak gibi, hiç yurt dışına gitmemiş, hiç seyahat etmemiş insanlar bunu nasıl yapacaklarını bilmiyorlar. Cesarete, birinin yol göstermesine ihtiyaçları oluyor. Gezilecek yerler, rota, pasaport başvurusu, vize başvuru gibi konularda yardımcı oluyorum. Bu gezmeye yeni başlayacaklar için.

Bunlar aslında hep kendi kurumsal hayatımda yaşadığım sorunlara getirdiğim çözümlerden ortaya çıktı. Seyahat etmek istiyorum ama planlama yapacak vakit bulamıyorum; 100 kişilik bir turla da bir yere gitmek istemiyorum diyen beyaz yakalılar için de butik turlar ayarlıyorum. Herkesin ilgisine, keyif aldığı seyahat türüne göre oturup beraber plan yapıp özel bir rota hazırlıyoruz.

Sadece 1 kişi de gidebilirsin. 10 kişi de gidebilirsin. İçerik konusunda anlaştıktan sonra, ben bütün seyahati planlıyorum ve ellerine hazır bir dosya şeklinde teslim ediyorum. İsterlerse onlarla beraber gidiyorum da. İstemezlerse orada bir yerel rehber organize ediyorum. Sadece içerik isteyenler de oluyor.

O yüzden çok bir şablonu yok bu işin. Kişiden kişiye değişiyor. Gelecek kişi sayısına göre çok şey değişiyor. Kimi çok lüks istiyor. Kimi ben lüks istemiyorum, benimki daha mütevazi olsun ama ben olabildiğince çok orada yeni bir şeyler deneyimleyeyim diyor. O kişi ne istiyorsa, ona uygun olacak bir seyahat planı düzenliyoruz. İşin özü o.

Bir de bunlara ek olarak, butik gruplarla turlar düzenliyorum. İstanbul içi, Türkiye içi ve yurt dışı olacak şekilde. En fazla 15 kişi olacak şekilde. Onların da bütün rotalarını ben oluşturuyorum. Kars’ta klasik bir rota yerine, o rotada nerede kalacağımızdan, nereye gideceğiz, ne yiyeceğiz ne içeceğiz, orada kimlerle sohbet edeceğiz, bunların hepsini ben çalışıyorum. Çünkü oraya daha önce gittim. Orada birçok insanla diyaloga geçme şansım oldu. Çok böyle gruba özel bir içerik hazırlıyoruz orada. İçinde biraz doğa yürüyüşü de olan. Hem doğayla iç içe olalım, tarihle de iç içe olalım, oranın yeme-içme kültürüyle de iç içe olalım diyenler için olabildiğince zenginleştirilmiş bir içerikle oraya özel turlar da hazırlıyorum.

View this post on Instagram

Muhteşem güzel bir ekiple 3 gece 4 gün Frigya’nın altını üstüne getirdik. 🎈Frig medeniyetinin izlerini sürdük, . 🎈Çam ormanları arasında veya peri bacaları arasında muhteşem güzellikteki Frig vadileri arasında yürüdük, . 🎈Ayazini Köy evlerinde konakladık, onlarla yedi içtik, . 🎈Kamp ateşi başında eğlendik . Ve hepsinden önemlisi harika arkadaşlıklar kurduk 🤗 . Başta ilk gezimin rotasını emanet ettiğim ve harika vakit geçirmemizi sağlayan sevgili arkadaşım @frigya_yolcusu ‘na olmak üzere gezi boyunca herkesin bakımı üstlenen canım @suvarnihan ‘a, neye ihtiyacımız olsa çantasında bulunan Cevat Kellemiz @arz77yildiz, asaleti ile ekibimize şeref veren @topcuseyma’ya, neşesi ve enerjisi ile kahkaha kaynağımız @nesrinazapoglu ‘na, hepimize fotoğraf çekilme ilhamı veren @nursenguerel ‘a, konu mankenim @simgesezer ‘e, en meraklı gezgin ablam @nerimantinlayan ‘a, grubumuzun en sakin ve uyumlu ablası @yldztmy ‘a ilk gezimin bu kadar keyifli ve güzel geçmesini sağladıkları için çok çok teşekkür ederim. . Bir sonraki gezi ne zaman, nereye diye pek çok soru geliyor. Bildirimleri açarsanız, duyuruları takip edebilirsiniz 🤗 . #çokgezenfrigya #gizemlifrigya #visitafyonkarahisar #ayaziniköyevleri #çokgezen #çokgezenfrigyolu #frigyolu #frigya #trekking #trekkingday #antikyol #turkiyeyuruyusyollari #phrygianway #phrygianvalley #frigvadisi

A post shared by Çok Okuyan Çok Gezen🎈 (@cokokuyancokgezen) on

Gezerken sosyal medya kullanımını nasıl planlıyorsunuz? Bu geziyi engelleyen bir durum mu? 

Geziyi engelleyen bir şey değil. Bunun bir dozu var bence. Ben her saniyemi paylaşmıyorum. Blog kullanmaktan çok farklı değil; bir yere gidiyorum ve orada yaşadıklarımdan keyif alıyorum. Bazen anlık da paylaşmıyorum zaten. Geziyorum sonra gö-ertesi günü ya da döndükten sonra gönderilerimi paylaşıyorum. Her saniyemi, her yaptığım şeyi paylaşmak yerine, keyif aldığım şeyleri paylaşıyorum gibi bir anlayışım var. O yüzden sıkılmıyorum. Bazen sosyal medya detoksu yapıp telefonu elime almadığım günler de oluyor. Kendimi sıkboğaz etmiyorum. Ne yapmaktan keyif alıyorsam, onu yapıyorum daha çok. Şu an hayat felsefem tamamen ona döndü.

Bu noktaya da çok kolay gelmedim. Neredeyse 20 yıllık bir kurumsal hayatım var. Zaten bir sürü şey için çok emek vererek bugünlere geldim. Asıl profesyonel odağım pazarlama üzerineydi. Hep çok yoğun çalıştım. Gece gündüz demeden çalıştım, öyle söyleyeyim. Şimdi onun sefasını sürüyorum biraz. Tabii o dönemde çalıştığım gibi para kazanmıyorum ama o dönemde harcadığım paraları da harcamıyorum. Çünkü kurumsal hayatın içerisinde bir para öğütme makinesi sistemi de çalışıyor. İyi giyinmen lazım, iyi yerlerde yemek yemen lazım. En son moda kıyafetleri satın alman lazım gibi böyle hunharca ve gereksiz bir makine, bir çark var. Sürekli o çark seni öğütüyor. Kazandığın paranın zaten çok büyük bir kısmını o çarka geri veriyorsun.

Şu an çok daha az kazanıyorum ama gereksiz hiçbir şey satın almıyorum. Zaten satın aldığım her şey daha çok seyahatlerde işime yarayacak şekilde. 10 sene aynı gömleği giyiyorum, aynı pantolonu giyiyorum. Bundan da gayet mutluyum. Bu imkanları bulamayan bir sürü insan var. Bir tane toka için saatlerce peşinde koşan çocuklar var bu dünyada. Sadece seyahat konforumu etkileyen şeylere para harcamam gerekiyorsa, onlara harcıyorum. Ayakkabı mesela önemli bir şey, ayaklarının sağlam olması lazım. O yüzden ona harcadığım paraya acımıyorum ama her gün bir tane ayakkabı da almıyorum zaten. Bir ayakkabı alınca 5 sene giyiyorum, parçalanana kadar giyiyorum.

Pazarlama alanında çalışmalarınız devam ediyor mu?

Ara sıra danışmanlık yapıyorum. Sonuçta 20 yıllık bir bilgim var.

İnsanın öğrendiği hiçbir şey boşa gitmiyor aslında. 

Tabii, boşa gitmiyor. Zaten şu an yaptığım iş de, kişiye özel turlar hazırlamak vesaire, bunların hepsi aslında o pazarlama bilgimden bugüne taşınmış işler. Birtakım marka işbirlikleri yapıyorum. Geçmişte tanıdığım, bir şekilde network oluşturduğum insanlarla iş yapıyorum.

Bugüne kadar yaptığım hiçbir şey boşa gitmedi. Onlar hep ceplerimizde duruyor. O çalıştığım 20 senenin ekmeğini yiyorum şu an. Şu an yaptığım işler de hala o geçmişten gelen birikimden besleniyor. O pazarlama birikimimi de boşa harcamıyorum. Zaman zaman danışmanlıklar yapıyorum. Proje bazlı işler yapıyorum. O da hala hayatımın içinde devam ediyor. Yani artık kurumsal hayatla ilgili hiçbir şey yapmam; üstünü tamamen çizdim gibi bir durum yok. Ondan da mutlu oluyorum zaten. O kadar çalıştım, bir bilgi birikimim var. Onu şu an somut bir şeylere dönüştürmek de önemli. O kadar bilgim boşa gitmiyor, birilerine fayda sağlıyor.

İlişkiler bu seyahat durumuna nasıl adapte oluyor? Aile ilişkileri ve evlilik nasıl etkileniyor?

Bence bu seçtiğiniz insanla da ilişkili. Hatta tamamen onunla ilişkili. Biz eşim Özgür’le tanıştığımızda ve ilk görüşmeye başladığımızda, ben Güney Afrika’ya gidiyordum. Yine tek başıma, 2 hafta Güney Afrika’ya gideceğim. Biz de daha yeni yeni flört etmeye başlamışız. Ben de rota çıkarıyorum. Rota çıkarmana yardım edeyim mi, dedi. Ki benimle gelmeyecek. Oturduk beraber rota çalıştık. Sonra ben Güney Afrika’dayken, daha o zaman adı konmuş bir ilişki yok, bana sürekli mesaj atıyor, şurada şöyle bir yer varmış, oraya da bir bak; rotana burayı da ekle; bu akşam nerede konaklayacaksın, sana konaklayacak bir yer baktım, bak buralarda da kalabilirsin gibi.

Bu arada hostellerde kalıyorum, her gün birileriyle tanışıyorum. Her gün yanımda başka insanlarla seyahat ediyorum. Bizim çok tatlı Türk erkek takipçilerimiz, “Her gün başka bir erkekle geziyorsun, oo iyisin,” şeklinde yorumlar yaparken Özgür sürekli bana destek veriyor; bu ilişkinin yürüyebileceğini ilk bu şekilde düşündüm. Ve hala da öyle. 6-7 senedir birlikteyiz. Benim bütün seyahatlerimde inanılmaz destek oluyor bana. İşten ayrılma sürecimde de aynı şekilde. Hep çok destek oldu. O da seyahat etmeyi çok seviyor bu arada. Zaten o benim takipçimdi; öyle tanışmıştık.

Bu arada o da profesyonel dalışla uğraşıyor; o da kendi arkadaşlarıyla dalışa gidiyor uzun süreli. İkimizin de ayrı ayrı yaptığı hobiler var. Ama bir araya gelince de birlikte de seyahat etmekten keyif alıyoruz. O yüzden her yıl birlikte birkaç seyahat planlıyoruz. O kendi arkadaşlarıyla bir seyahat planlıyor; ben kendi arkadaşlarımla seyahat planlıyorum. Bence bizim ilişkimizi de sağlıklı tutan bu. Böylece birbirimizi daha çok özlüyoruz; bir araya geldiğimizde konuşacak daha çok konumuz var. Sürekli yan yanayken artık keşfedecek bir şey kalmıyor karşı tarafta. Arada sırada görüşmeyip sonra tekrar bir araya gelince de özlem oluyor. Anlatacak bir sürü şey oluyor.

Biz mesela en son ne zaman kavga ettik hatırlamıyorum bile. O anlamda da gerçekten uyumluyuz. Biraz sevilen şeylere karşılıklı saygı göstermek, sevgi zaten olmazsa olmaz, ama birlikte olduğun insanla çok ilgili bir şey. Eşim Özgür gibi biri olmasaydı ben evlenmeyi hiç düşünmezdim. Sadece Özgür’ün kendisi değil ailesi de çok destek oluyor bana. Bu gerçekten büyük bir lüks. Gurur duyuyorlar. Benim için çok büyük bir şans.

Seyahat etmeyi seven birinin seyahat etmeyi sevmeyen biriyle olması çok zor. Eğer sevmiyorsa da, ayrı ayrı bir şeyler yapmayı öğrenmeleri ve birbirlerini özgür bırakmaları lazım. Ben seyahat etmeyi sevmiyorum, sen de gitme, denmemeli. Hayatı zehir etmek demek bu. Öyle bir sevgi de olmamalı aslında.

Türkiye’de mutlaka gidilmesi gereken yer neresi? Türkiye’de yeni gezmeye başlayan kişi ilk olarak nereden başlamalı? Aynı şekilde dünyada da.

View this post on Instagram

Ağrı’nın Doğubeyazıt ilçesinde yer alan İshakpaşa Sarayı, koridorlarında, salonlarında dolaşmaya doyamadığım, bunca zaman neden gidip görmedim ki dediğim yerlerden biri. 👻 . Gidip görmek istediğiniz yerleri ertelemeyin, bir bakmışsınız siz gidene kadar restorasyona kurban gitmiş! 😕 . Hatta bazı yerler tamamen yok olmuş bile olabilir. Kendinize bir “wish list” yani “dilek listesi” yapın ve listenizdeki yerleri görmek için bir an önce plan yapmaya başlayın! 👏👏 . Sonra belki bana haber verirsiniz ✌️. . #çokgezen #çokgezenağrı #doğubeyazıt #ishakpaşasarayı #visitturkey #comeseeturkey #öncetürkiyeyikeşfet #historicalplace #tariheyolculuk #kültürmirası #hayalimgezmek #birliktegezelim

A post shared by Çok Okuyan Çok Gezen🎈 (@cokokuyancokgezen) on

Bence Türkiye’deki en özel yerlerden bir tanesi Kapadokya. Çok büyülü bir yer. Çok turistik farkındayım ama dünyada eşi benzeri olmayan muhteşem güzel bir yer. Türkiye’de hiçbir yere gitmedim, nereye gideyim diyenlere, önce Kapadokya’yı öneriyorum.

Ama biraz gezdim farklı bir yer arıyorum diyenlere; Hatay’ı öneriyorum. Orası çok kültürlü bir şehir çünkü. Arap, Ermeni, Türk, Kürt hepsi bir arada yaşıyor; bir arada mutlu yaşıyorlar. Hepsinin kültürü şehrin tamamına yansımış. Yan yana cami, kilise, sinagog görüyorsunuz. Mutfak Ermeni, Arap birbirine girmiş; muhteşem hale gelmiş. Sadece yemek yemeye dahi gidilir.

Ama bence Türkiye’nin her yeri ayrı güzel. Gerçekten Karadeniz ayrı güzel; Ege sahilleri inanılmaz güzel. Ben mesela bir sürü okyanus şehrine gidiyorum; okyanusta denize giresim gelmiyor. Kilometrelerce yürüyorsun; hala sığdasın. Çok sıcak. Biraz şımarıklık ama Ege sahillerinin tadını hiçbir yerde bulamıyorum.

İstanbul zaten bir derya deniz. Güneydoğu’da Mardin, Diyarbakır, Urfa… Şimdi Göbeklitepe. Anlattıkça heyecanlandım. O kadar çok yer var ki.

Kars’tan Van’a geçerken İshak Paşa Sarayı‘nı gidip gördük. Kars’ta Ani Harabeleri var. Gerçekten Avrupa’da bir ülkenin sınırları içerisinde olsa bu kadar zenginlik, para basılır. Ani’nin içerisinde bir tane güvenlik yok. Koskoca alan; herkes duvarlara yazı yazmış. Hala bir sürü fresk canlı duruyor. Etrafta ne bir güvenlik kamerası var ne bir dolaşan güvenlik var. Ve giriş 10 TL. O 10 TL olmasın da 50 TL olsun, ama 3 tane güvenlik olsun. Şu an bir de çok fazla turist akıyor son 3-4 senedir. Ben Kars’a ilk defa 7-8 sene önce gitmiştim; yine bir 3 sene önce de gitmiştim. Arasında hiçbir fark yok. Biraz geliştirilmeli. Bunları görünce de üzülüyorum bir taraftan. Çok fazla cevherimiz var ama onlardan gerçekten kazanabileceğimiz parayı kazanamıyoruz. Turizm gelirlerimizi rahatlıkla artabilir. Öyle bir potansiyelimiz var.

Dünyada ise daha çok Avrupa’yı tercih ediyor Türk turistler. Avrupa’da az ziyaret edilen şehirlerden özellikle hangisini önerirsiniz? 

View this post on Instagram

#tbt yine İzlanda’dan gelsin miiiiii? . Seljaland Şelalesi İzlanda’da gördüğümüz ilk büyük şelaleydi, aman nasıl da sevinmiştik ⛲️Biz şelalenin oradayken yağmur başladı, fotoğraf filan çekiyoruz derken yağmur şiddetlendi. Bu arada 500 metre ileride bir şelale tabelası daha görmüştük. Tabelanın önünde gitsek mi gitmesek mi diye konuşurken bunu farkeden bir yabancı “mutlaka görün, gitmeye değer” dedi. ✌️Tabii biz de gittik, ikinci fotoğraftaki şelale de orası Gljúfrabúi Şelalesi. ⛲️⛲️⛲️ İyi ki gitmişiz, kayaları oyan bu ilginç şelaleyi görmesek üzülürdük. . Bu arada biz dönene kadar yağmur iyice şiddetlendi, biz de sırılsıklam ıslandık 💦💦💦 Madem ıslandık şelalenin altına iyice girelim deyip Seljaland Şelalesi’nin arkasına dolaştık. İyi ki ikinci şelaleye yürümüş, iyi ki ıslanmışız 💧💧 . İzlanda’da o kadar ıslanmamız ve üşümemize rağmen sapasağlam döndüğümüzü de söyleyeyim 👍 . #çokgezen #çokgezenizlanda #iceland #goicelandic #lotuscarrental #guidetoiceland #diveis #icelandicnature #icelandtravel #everydayiceland #wheniniceland #beyondthelands #igersiceland #bestoficeland #whyiceland #exploreiceland #icelandtravel #icelandroadtrip #waterfalls

A post shared by Çok Okuyan Çok Gezen🎈 (@cokokuyancokgezen) on

Avrupa’da İzlanda zirvede. Sonra Norveç. Avrupa’nın diğer ülkeleri aşağı yukarı birbirine benziyor çünkü. Birkaç tanesine gidince, hepsinin aynı olduğunu düşünmeye başlıyorsunuz. Özellikle ilk Roma’yla başladıysan, diğer hepsi, “Bir Roma değil,” şeklinde düşündürüyor. Kuzeye gittikçe Prag biraz daha farklılaşıyor. Hepsi birbirine çok benziyor.

İzlanda’da neredeyse hiç tarihi bir alan yok ama doğası muhteşem. Müthiş. Bu dünyadan değil gibi. Ülkenin altı yanardağ; sürekli kaynıyor zaten. Her yerden gayzerler fışkırıyor. Her yer şelale. Durup sadece şelalerin fotoğrafını çekmek bile 2 hafta alıyor. Muhteşem güzel bir ülke İzlanda. Avrupa diyince şu an İzlanda ilk sırada var.

Avrupa’yla ilgili de şöyle bir söylemeliyim. Avrupa bütün değerlerini, tarihini çok iyi koruduğu için hiç değişmiyor. 10 sene önce gördüğün Prag ile şimdiki Prag arasında çok küçük farklar var. Biraz daha restorasyon arka sokaklara kaymış; biraz daha güzelleşmiş gibi düşünüyorsun. Tarihi ana merkez korunmaya devam ediyor.

Ama az gelişmiş ülkeler öyle değil. Çok hızlı değişiyor. Mesela Tayland’a 10 sene önce git, şimdi bir daha git, o kadar turistik hale gelmiş ve o otantik hali o kadar değişmiş ki, böyle herkes sana para gözüyle bakmaya başlamış. O yüzden özellikle genç yaşlarda, ben herkese daha az gelişmiş ülkelere gitmelerini öneriyorum. Tayland zaten çok turistikleşti, orayı kaybettik; Kamboçya da hızla turistleşiyor. Şimdi Laos daha dokunulmamış; oralara gitmek lazım.

Mesela şu an İran dünyaya kapalı bir ülke. Şu an çok bakir ama bu molla dönemi daha ne kadar devam edecek belli değil. Kapılarını dünyaya açarsa bambaşka bir yer olma ihtimali var. O yüzden oraya bir an önce gitmek lazım.

Afrika ülkeleri hala çok bakir ama sürekli oralara Batı medeniyeti giriyor. Turist geldikçe medeniyet artıyor; medeniyet artıkça o otantik halini kaybediyorsun. O yüzden bir an önce gidebilirsen o kadar iyi. O yüzden daha az gelişmiş ülkeler ilk tavsiyem.

Örneğin Moğolistan o kadar bakir ki. Ama inanılmaz bir dönüşüm var; Ulan Batur’dan başlamış. Gençlerin hiçbiri göçebe yaşamak istemiyor. Şu an hala ülkenin yarısı neredeyse göçebe yaşıyor. Ama gençler artık göçebe yaşamak istemiyor, internetin de etkisiyle. Herkes o yüzden şehir merkezlerine göç ediyor. Belki 10-20 sene sonra o göçebe hayat tamamen ortadan kalkacak. Onu görmek için şimdi gitmek lazım.

Eklemek istediğiniz başka bir şey var mı okuyucularımız için?

İnsanlar seyahat etmek için bir şeylerin olmasını beklemesin. Asıl mesaj o olsun. Önce bir kapıdan çıksınlar. Hiçbir şey beklemesinler çünkü dünya çok hızlı değişiyor.

Bir de gezmeye  başlamak için illa Moğolistan’dan başlamak gerekmiyor. Önce bir kendi şehrini keşfet. Mesela biz İstanbul’da yaşıyoruz. İstanbul’da o kadar çok gezilecek görülecek yer var ki. Ben İstanbul gezileri düzenliyorum. 20 senedir İstanbul’da yaşamış ama daha işte Sultanahmet Camii’sini görmemiş insanlar katılıyor. Ya da doğma büyüme İstanbullu olup Kariye Müzesi’ne hiç gitmemiş insanlar geliyor. O kadar üzülüyorum ki. Elinin altında. Bunun için ayrıca bir çaba sarf etmene gerek yok. Müze girişi 10 lira. Bir haftasonu, bir yarım gününü ayır. Bu şehirde ne olmuş; bu şehrin geçmişinde ne var ne yok öğrenmek lazım. Dünyanın en önemli mimari eserlerinden biri Ayasofya mesela, İstanbul’un kalbinde duruyor. Bir yarım günde Ayasofya gezilebilir.

Türkiye de aynı şekilde ve Türkiye içerisinde gezmek gerçekten çok ekonomik. Tatvan’da Öğretmen Evi’nde kaldık. Kişibaşı 35 lira; tren bileti en lüks odası 117 lira. Param yok, bütçem yok, bütçe ayıramıyorum vesaire gibi şeyler gerçekten mazaret. Hele öğrenciler için daha da ucuz. %50-60 daha ucuz. Önce kendi şehirleri daha sonra ülkelerini gezmeliler.

Zaten buna başlayınca, kapıdan bir kere çıkınca, o seyahat virüsü insanın kanına girince, o virüs vücudundan çıkmıyor; çevrene de yayılıyor. Dokunduğun her yere bir şekilde seyahat virüsünü bulaştırıyorsun. Sonra zaten devamı gelir. Yakın ülkelere gidersin; Gürcistan, İran, Balkanlar gibi. Gezmesi çok kolay; kültürel olarak bize çok yakın ve çok ucuz. Zaten buralara gittikten sonra artık durmak yok.

CEVAP VER

Lütfen yorum giriniz!
Lütfen isminizi yazınız