Tarihi boyunca ihtilaller, işgaller, direnişler atlatan ama dokusundan hiçbir şey yitirmeyen Paris için Fransa’nın sadece başkenti değil gözbebeği, kalbi, ruhu denilebilir.
Örneğin Nice, Monaco, Monte Carlo, Riviera gibi yerler Akdeniz kenarında güzel yerleşimlerdir ama Fransız kültürünü Paris kadar iyi yansıtmazlar; İtalya’nın kuzey kentlerinden çok da farklı değillerdir. Paris ise Fransa’nın ta kendisidir.
Her köşesi kültürle yoğrulmuş bu şehre yolu düşmüş aydınların sadece isimlerini alt alta sıralamaya kalksam yazıda başka bir şeye yer kalmaz, onun yerine Paris deyince akla gelen en önemli ismi, tam bir Paris aşığı olan Victor Hugo’yu belirtmekle yetineceğim.
Notre Dame’ın Kamburu adlı meşhur romanını yazmaktaki amacının o sırada epey bakımsız haldeki katedrale dikkat çekmek ve çok sevdiği bu yapıyı yeniden eski ihtişamına kavuşturmak olduğu söylenir. Eh, bunu başardığı kesin.
Sefiller adlı eserini ise Paris’in genellikle göz ardı edilen kesimine dikkat çekmek için yazdığı iddia edilir, zaten kısa süren milletvekili kariyerinde de yoksul halkın durumunu geliştirmek için çaba göstermiştir.
Benim Paris hakkında önereceğim kitap ise çok daha yeni. Christopher Moore’un “Kutsal Mavi” adlı romanı Paris’in Montmartre bölgesinde, şimdi Ressamlar Tepesi olarak anılan bölgede geçiyor. Baş karakteri dünya çapında o kadar bilinmese de aslında başarılı bir ressam olan Henri Toulouse-Lautrec ancak kitap boyunca Van Gogh, Cezanne, Monet, Matisse, Renoir, Manet, Gaugain ve daha nice ressam adeta bir geçit töreni yapıyor. Zaten bu yıllar Belle Epoque, yani “güzel dönem” olarak adlandırılıyor. Resme ilgi duyan herkesin yolu bir şekilde buradan geçmiş. Bu eseri bitirdikten sonra muhtemelen obilet.com’dan Paris bileti bakmaya ve bavulunuzu hazırlamaya koyulacaksınız!
Paris’teki görülesi yerleri listelemeden önce ufak birkaç tavsiye daha vereyim: Paris sokaklarında birçok yerde krep tezgahı göreceksiniz. Uygun fiyata dev bir krep satıyorlar, istediğiniz malzemeyi seçiyorsunuz. Nutellalı olanını özellikle tavsiye ederim.
Kruvasan ise Fransızların övünç kaynağı. Onlar genelde sade tercih etse de içi marmelat veya çikolata dolgulu olanları da bulabilirsiniz (ya da benim gibi marketten ufak boy marmelat alıp Türk usulü banabilirsiniz!).
Paris’te Gezilecek Yerler
Eyfel Kulesi
Paris deyince herkesin aklında beliren ilk imge elbette Eyfel Kulesi. Aslında 130 yıl önce ilk inşa edildiğinde 20 yıl içerisinde sökülmesi planlanıyormuş, bu amaç için özellikle kolay sökülebilir biçimde tasarlanmış.
İddialara bakılırsa sırf telgraf direği olarak faydalı bulunduğundan bundan vazgeçmişler ama ben turistik ilgiyi kaybetmek istemediklerini düşünüyorum, daha ilk yılında bile neredeyse 2 milyon ziyaretçi çeken bir yapıyı sökmek en tok gözlü belediyenin bile harcı değil!
Kulenin tasarım ve inşası sırasında birçok Parislinin çirkin bulup karşı çıktığı ise önemli bir tarihsel gerçek. Hatta ünlü öykücü Guy de Maupassant bu yapıdan o kadar rahatsızmış ki öğle yemeklerini gelip kuledeki restoranda yiyormuş. Sebep: Paris’te Eyfel Kulesi görünmeyen tek restoranın burası olması!
Tüm bu eleştirilere karşın Eyfel Kulesi halen dünyanın en fazla ziyaret edilen turistik yeri unvanını koruyor, tabii biletsiz/ücretsiz olarak ziyaret edilen yerler bu listeye dahil değil.
Günümüzde her yıl yaklaşık 7 milyon kişi bu demir kuleye çıkmak için sıra bekliyor. 2. kata kadar çıkmak merdivenle 10 Euro, asansörle 16 Euro, en tepeye ulaşmak için ise 25 Euro ödemeniz gerekiyor.
Güneşli bir günde Paris’in sunduğu manzaranın muhteşem olduğu ise reddedilemeyecek bir gerçek. Demek ki her yere gökdelen dikmeden de başkent olunabiliyormuş!
Şahsen ben mermer heykellerin ince işçiliğini dökme demirden kulelere, antik çağı ise 19. yüzyıla yeğlerim ama Eyfel’i görmeden de olmaz sonuçta.
Pek anılmaz ama bence Eyfel’in önünde yer alan Champ de Mars da başlı başına bir ziyaret sebebi. Her adımınızda büyüyen Eyfel’e baka baka upuzun park boyunca yürüyorsunuz.
Uzunca bir sıra beklemek gerekse de Paris’e kadar gelmişken Eyfel’e çıkmamak olmaz deyip, bir gün 2. katına diğer bir gün ise en üst kata kadar çıktım tabi ki. 2. kata çıkmanın pek bir anlamı yok bence, pek yüksek değil ama en üst kata mutlaka çıkın derim! 300 metre yükseklikten güzelim Paris manzarasını izlemek en güzel seyahat anılarımdan birisidir hala. Seine nehrinin kucakladığı tüm o tarihi şaheser binalar bu kadar mı yakışır bir şehre! Bu kadar romantik hissetmemin sebebi bu manzarayı gün batımında izlemek de olabilir tabi, denk getirebilirseniz size de gün batımında gitmeyi öneririm kesinlikle.
Tabi ortam bu kadar romantik olunca birden fazla çiftin evlilik teklifine şahit oluyorsunuz. Ayrıca kulenin en üst kısmında ufak bir sürpriz de ziyaretçilerini bekliyor. O da şu ki, kulenin tavan kısmında dünya genelindeki büyük kentlerin Eyfel Kulesi’ne kaç kilometre uzaklıkta olduğunu gösteren bir görsel var. Memleketten uzakta “Ankara” yazısı ile birlikte Türk Bayrağı’nı görünce insan değişik bir hisse kapılıp, seviniyor. Ve tabi ki de orada fotoğraf çektiriyor, kaçırmayın derim.
Son bir not: Kuleyi uzaktan seyretmek her zaman serbest ama yukarı çıkmak isteyenlere kapılar yıl boyu 9:30, Temmuz-Ağustos aylarında ise 9:00’da açılıyor. Kapanış saati ise merdiven mi yoksa asansör mü tercih ettiğinize ve sadece ikinci kata mı yoksa tepeye mi çıkacağınıza göre değişiyor ama en erken kapanış saati 18:00, zaten ben gündüz vakti gidip Paris’in düzenli ve şık şehir planını seyretmenizi tavsiye ederim. Temmuz-Ağustos aylarında ise tam gece yarısına kadar açık.
Hazır aylardan söz açılmışken ufak bir not ekleyeyim, Paris ülkemize göre kuzeyde kaldığından iklimi biraz daha soğuk ve yaz aylarında gitmenizi kesinlikle tavsiye ederim. Baharlık giysileriniz yetecektir ama bir şemsiye taşımaktan da zarar gelmez.
Notre Dame Katedrali
700 yıllık bu katedral aslında Seine Nehri’ndeki iki adadan birinin üzerinde bulunuyor. Ile de la Cite yani “şehir adası” olarak isimlendirilen bu ada, Paris’te ilk yerleşimin kurulduğu nokta.
Anlatılanlara bakılırsa Sezar’ın işgalinden kaçan Galyalı bir kabile olan Parisii halkı, nehrin ortasında yer aldığından kolay koruyabileceklerini düşündükleri bu adaya yerleşmiş. Tahmin edebileceğiniz üzere kentin ismi de onlardan geliyor.
Nehir sayesinde hem ticari hatlara ulaşıma, hem içme ve temizlenme suyuna hem de saldırganlara karşı korunmaya sahip olunca yerleşim büyümüş ve zaman içerisinde nehrin iki yakasına yayılarak günümüzdeki metropolü oluşturmuş.
Notre Dame Katedrali’ne ulaşım için Seine Nehri’ndeki tekne turlarını kullanabilirsiniz, tabii estetik köprülerden geçip karayoluyla ulaşmak da mümkün ama turlar güzel ve nostaljik bir gezi sunuyor. Kendinizi aynı bu yoldan Paris’i yağmalamaya gelmiş Vikinglerden biri ya da Orta Çağ’dan bir deniz tüccarı olarak hayal etmeniz mümkün.
Katedrale gelince, önü de arkası da ayrı çarpıcı. İki heybetli kulesi, şehre saldırı olduğunda buraya sığınan halka güvence vermek için yapılmış gibi sağlam görünüyor. Taşlar ise sanki tığ ile işlenmiş gibi ince süslere sahip. Ayrıca kuledeki gargoyleler o kadar etkileyici ki görüntüleri aklıma geldikçe hala ürperiyorum.
Katedral, 2019 yılında alev alev yanarken televizyonlarda katedralin yanışını ağlayarak izleyen Parislileri görünce herkesin içi burkulmuştu eminim. Yangından sonra aslına uygun olacak şekilde restorasyonu başlayan katedral, şu anda da ziyarete kapalı ve ne zaman açılacağı bilinmiyor.
Champs-Elysees
Bu geniş caddeyi Concorde Meydanı ile Zafer Takı arasında yürümek Paris’e gelen turistler için olmazsa olmazdır. Hani İstanbul’a gelen her turist illa ki Taksim Meydanı’ndan Tünel’e doğru salına salına bir kez yürümek zorunda ya, işte bu onun Fransız versiyonu. Eminim siz de her milletten insanın yer aldığı bu kafileyle birlikte en az bir tur yürüyeceksiniz.
Concorde Meydanı’nda Mısır’dan getirilmiş bir dikilitaş bulunuyor. Zaten işgal edilen yerden simgesel nesneler alıp kendi şehrine taşımak tarihi ta Antik Sümer’e kadar giden bir güç gösterisi. Tahminimce altında taş devrine dek giden derin psikososyal nedenler yatıyordu ama şimdi bu yazı onun yeri değil. Siz bu güzel dikilitaşla fotoğrafınızı çekinin (uzunlamasına çekmeniz gerekecek).
Meydanın kendi tarihi ise şiddetin sadece yabancılara yöneltilmediğinin en büyük kanıtı: İhtilal sırasında giyotinin kurulduğu bu meydanda kesilen başların haddi hesabı yok, özellikle Kral 16. Louis ve ondan da meşhur olan eşi Kraliçe Marie-Antoinette son nefeslerini bu meydanda vermiş. Tabii şimdi fotoğraf çeken turistler, işportacılar, sokak müzisyenleri ve performans sanatçıları ile neşeli bir ortam var.
Champs-Elysees caddesinin öteki ucunda ise L’Arc de Triomphe yani Zafer Takı bulunuyor. Egosu ile meşhur, hatta kendi adına bir kompleks tanımlanmış nadir insanlardan biri olan Napolyon tarafından bizzat yaptırılan bu takın inşa amacı da Napolyon’un zaferlerini onurlandırmak! Ne var ki bu hırslı komutan-imparatorun ömrü anıtın tamamlandığını görmeye yetmemiş.
Keskin kenarlı, beyaz ve kocaman bir kütle olan anıt, Brandenburg kapısı gibi türdeşlerine kıyasla bence daha az etkileyici. Tabii bu Champs-Elysees yürüyüşünüzde görmenize engel değil.
Tepesine çıkmak ve ufak müzesini gezmek 12 Euro, 10:00’da ziyarete açılıyor ve Nisan’dan Eylül’e dek 23:00, Ekim’den Mart’a dek 22:30’da kapanıyor.
Ressamlar Tepesi (Montmartre)
Aşıklar Tepesi olarak da anılan bu mekanda çok sayıda ressam şövalesini kurmuş sanatını icra ediyor, elbette ücret karşılığı turistlerin de resmini yapıyor.
Tepeyi şöhrete ulaştıran şey, Birinci Dünya Savaşı’ndan önceki dönemde Paris’in tekinsiz ve dolayısıyla ucuz bir bölgesi olduğundan ünlü tüm ressamların burada bulunması: Dali, Picasso, Monet… Sevdiğiniz her sanatçının emin olun burayla bir bağlantısı vardır.
Bölge şimdi turistik olduğundan eski haline kıyasla daha güvenli ama özellikle Pigalle Sokağı’ndaki kulüplerden uzak durmanız şiddetle tavsiye edilir. Türkiye’deki pavyonlar gibi burada da hesap şişirip müşteri kazıkladıklarına dair iddialar var. Siz ressamların olduğu kısımla yetinin bence.
Metroyla ulaşabileceğiniz Montmartre’da görülmeye değer bir diğer yer de Sacre-Coeur yani Kutsal Kalp Kilisesi. Süt köpüğü gibi beyaz ve yuvarlak hatlı binanın irili ufaklı kubbelerinin ucu minik birer kule şeklinde. Bana Prusyalıların özellikle Bismarck ile özdeşleşmiş olan tepesi sivri miğferlerini anımsattı biraz.
Asırlık kiliseye girişler 06:00-22:30 arası ve ücretsiz. Önünde ufak bir yeşil alan var, çimen lekelerine aldırmazsanız biraz dinlenip elektrik atabilirsiniz.
Louvre Müzesi
Mona Lisa (ve biraz da Dan Brown) sayesinde dünyanın muhtemelen en ünlü müzesi olan Louvre’un Paris’te kuşkusuz en sevdiğim yer olduğunu söyleyebilirim. Eskiden saray olan bu devasa müzeye tüm gününüzü ayırsanız dahi her sergiyi ziyaret etmeniz mümkün değil.
Özellikle Napolyon döneminde İtalya ve Mısır’da görülmeye değer ne varsa yağmalanıp Paris’e taşınmış. Benzer biçimde Anadolu ve o dönem Osmanlı yönetiminde bulunan Yunanistan’dan da eser kaçırmak için İngilizler ile Fransızların yarışa girdiği biliniyor.
Salı günleri hariç 09:00-18:00 arası gezebilirsiniz, Çarşamba ve Cuma günleri ise kapanış saatini 21:45’e çekiyorlar, mümkünse bu günleri tercih edin. Erken gidin, son dakikaya kadar kalın. Metroyla ulaşmak kolay.
Giriş 17 Euro. Fransızların ulusal günü olan 14 Temmuz’da ücretsiz ama mahşeri bir kalabalığa hazır olun. Ayrıca her Cuma 18:00’dan sonra 26 yaşından küçüklere ücretsiz ama 3 saatte görebilecekleriniz sınırlı.
Büyük çantalar içeri kabul edilmiyor, dışarıdaki kasalara bırakmak zorunda kalıyorsunuz.
Müzenin önündeki cam piramit de başlı başına ilgi çekici, zaten Da Vinci Code okuyanlar bilir.
Yakınlarda ilgi çekici birkaç yer var, ne de olsa burası Paris’in merkezi bölgesi. Eskiden sarayın yer aldığı Jardin des Tulieres’de güneşli bir günün tadını çıkarabilirsiniz.
İki ayrı ihtilal sırasında halkın Kral 14. Louis heykelini ve üzerinde durduğu sütunu alaşağı ettiği Vendomme Meydanı ise tarihi özelliğiyle çekici dursa da hiç estetik değil.
Pantheon
Aslen kilise olarak inşa edilen bu bina, ihtilalin ardından saygın kişilerin mezarları için ayrılmış. Bu gelenek hala sürüyor, örneğin Nobelli kimyager Marie-Curie ve ödülü paylaştığı eşi Pierre de burada toprağa verilmiş hatta en son Alexandre Dumas’ın mezarı da buraya taşınmış. Başta bahsettiğim Victor Hugo ve Emile Zola gibi yazarlar, Jean-Jacques Rousseau ve Voltaire gibi düşünürlerin ebedi mekanları burası.
Antik Yunan usulü sütunlu ve üçgen çatılı girişi, dar bir kubbesi var. Her gün 10:00-20:00 arası açık, giriş 11.50 Euro.
Notre-Dame’a yakın olduğundan o gün bir uğrayabilirsiniz, hatta konuyla ilgiliyseniz hemen alt sokağındaki Curie Müzesi’ne de bir göz atabilirsiniz (ücretsiz, çarşambadan cumaya 13:00-17:00 arası açık).
Sorbonne Üniversitesi’nin de yer aldığı bu bölge için Paris’in beyni demek mümkün, hatta eskiden öğrenciler Latince konuştuğu için Latin Mahallesi olarak anılıyor.
Paris’in kalbi ise kime sorsanız değişir: Montmartre? Notre-Dame? Champs-Elysees? Turistlere sorarsanız belki de Eyfel!
Versailles
Kendi adına bir televizyon dizisi bulunan, Fransa’nın en ihtişamlı yıllarına damgasını vurmuş, birçok kasabadan daha geniş bu saray Paris’in dışında bulunuyor ama trenle yarım saatte ulaşabilirsiniz.
Zaten Güneş Kral 14. Louis de bu sarayı eski bir av köşkünün arazisine sırf Paris’in kirli ve kötü kokan havasından uzaklaşmak için inşa ettirmiş, üstelik aristokratların şiddetli itirazlarına rağmen. Binlerce soyluyu kendisiyle birlikte buraya taşınmaya zorlayarak göz hapsinde tuttuğu ve onlara görgü kuralları dayattığı da tarihin gerçekleri arasında. Hatta aristokratların bu duruma karşı isyan girişimleri dahi olmuş.
Saray günümüzde ise Fransız soylularla (ve hizmetkarlarıyla) değil de turistlerle dolup taşıyor. Giriş 20 Euro, pazartesi hariç 9:00-17:30 arası gezebilirsiniz.
Emin olun yorulacaksınız çünkü saray Güneş Kral 14. Louis’in egosu kadar büyük ve kendinden güneş diye bahseden bir adamın egosunun boyutunu da eminim tahmin edebilirsiniz. Tabii görülecek çok şey var.
Paris’te Gezilecek Diğer Yerler
Yazının başında da belirttiğim gibi Paris demek Fransız kültürü demektir. İlla ki kendinize bir hedef seçip oranın fotoğrafını çekmeye koşturmak için uğraşmayın. Şehrin sokaklarında dolaşın ve bu kültürü soluyun. Montmartre’da iken meraklılar bir dönem oldukça popüler olan müzikal film Moulin Rouge’un orijinal binasına, daha doğrusu yandıktan sonra yeniden inşa edilmiş haline de gidebilir ama şov izlemek isteyenler 90 Euro’yu gözden çıkarmalı ki bence değmez. Ayrıca şehrin bu kısmı çok tekin bir bölge değil, gidecekseniz dikkatli olmanızı öneririm. Belle Epoque’un simge ismi olan bu bina^, metronun Blanche durağına yakın.
Çocuklu aileler ise bir banliyö trenine atlayıp Disneyland’i ziyaret edebilir, hatta çok fedakar ebeveynler için tam tersi Disneyland’in içindeki otellerde kalıp bir gün trenle Paris’i ziyaret etmek de mümkün.
Her köşesinden tarih ve sanatın fışkırdığı bu mükemmel Fransız şehrinde “La Vie en rose” nidaları eşliğinde gezmeniz dileğiyle…